Her masalın bir anlatıcısı olduğu gibi bir de anlatılanlara koşulsuz inananı vardır.
Bir zamanlar ben de bir masala böyle koşulsuz inanmıştım. İnanmayı, istemenin ilk şartı saymıştım. Oysa bu denli kuvvetli bir inanç duyduğunuzda ve arzunuz sizi sizden ettiğinde bile derinlerden haykıran ve dinlemeniz gereken bir “sussur”unuz vardır. Onun haykırdıkları öyle bir gerçektir ki derinliğe olan mesafenize göre işitir ya da işitmezsiniz. O, daha önce yaşadığınız olayları, sizi siz yapan ama belki unuttuğunuz değerleri, inançları siz unutsanız bile bilir ve bunlar ışığında aldığınız kararı, karşınızdaki manzarayı ince ince değerlendirir. Anlayacağınız şekilde söylemek gerekirse ona sezgi diyebiliriz. Biz, gezegenimizde onun için “alçak ses” anlamına gelen “sussur”u kullanıyoruz. Benim sussur’um rutin hayatımda benimle sadece huzurlu bir ilişkisi olmuş sakin bir kedi ruhuydu. Ben bana aykırı davrandığımda ortaya çıkması gereken ve normalde gündüzleri sürekli uyuyup geceleri beni rahatsız eden bu sussur büyük kararı verdiğim o gece beni neredeyse hiç uyutmamış, acı acı miyavlamıştı.
O sabah gemiye binmemem gerektiğini bu yüzden biliyordum. Ama dedim ya, bir masala koşulsuz inanmıştım. Gözüm boyanmıştı. Bunu da biliyordum. Eylemleri sorgulamamı engelleyecek ölçüde kuvvetli bir istek duyuyordum içimde gitmek için. O yüzden derinliğimle mesafemi asla açmadığım için çok rahat duyduğum sussurumu bile isteye duymazdan geldim.
Yepyeni bir yolculuk, diye düşündüm. Geminin güverte olarak ayrılmış kısmından göktaşlarını izlerken geride bıraktığım az nüfuslu gezegenimi düşünmemeye çalıştım. Annemi, büyükbabamı, ustalarımı ve bitiremeyeceğim sanat okulunu hatırlamamak için olacaklara odaklandım.
Çünkü Jüpiter’den gelecekti.
İlk iletişim kurduğumuzda bendeki “şeyi” gördüğünü hissettirmişti bana. Çok şaşırmıştım. O zamanlar daha sanat okuluna yeni başlamıştım. Bizde en üstün sanat olarak bilinen “nesnelere yüklenmiş gücü kullanmayı” sadece bir efsane zannedecek kadar toydum. Ustalarım henüz bunu önümde gerçekleştirmemişti. Büyükbabam bana pallazitten yapılma taşımı vereli birkaç gün olmuştu ve buna yüklediği nesne gücünü bana daha doğru düzgün anlatmamıştı bile. O taşa yüklenmiş anlamı, taşın kutsallığını, o taşı korumam gerektiğini ve o taşla neler yapabileceğimi sonradan öğrenecektim.
Gezegenimizde Jüpiterliler çok hoş karşılanmaz. Ama ben bana hissettirdiklerini gördüğümden beri onu tanımak için büyük bir istek duyuyordum. Onda bizdekilerden farklı olan büyük ve karanlık bir güç olduğunu biliyordum. Onunla iletişim kurmaya başladıktan sonra kendimi daha aydınlık hissettiğim için ışığıma olan hayranlığımın arttığını fark ettim. Gözlerimi ne zaman kapasam bana aktardığı sözlere çarpar olmuştum. Öyle kuvvetli bir iletişimdi ki kendimi yalnızken bile asla yalnız hissetmiyordum. Düşüncelerimi kontrol etmeyi ve gizlemeyi öğrendiğim çocukluk günlerimden sonra hiç bu kadar mutlu olmadığımı anlıyordum. Bu yüzden daha kolay aldandığımı ve ondan etkilendiğimi biliyordum.
Kendisi ile ilgili bildiklerim Jüpiter’den kısa bir süre sonra ayrılacak olan gezgin ruhlu biri olduğu ve evrenin gizli köşelerinden birindeki korunmuş levhaya gideceğiydi. Bunu ilk anladığımda kendi algımda bir sorun yaşadığımı zannettim. Yeniden sordum. Aynı cümleler: “Korunmuş levhaya gideceğim.” Evet, buydu.
Bir süre sonra bu yoğun iletişim bende bırakamadığım bir alışkanlık gibi oldu. Dışarıda işlerimi görürken hatta okulda yeteneklerimi geliştirirken bile hep iletişim halindeydik. Bana yolculuğu ile ilgili verdiği bilgiler ve yapacaklarına olan inancı ona duyduğum hayranlığı arttırıyordu.
Bu yüzden belki “sen de gelmek istemez misin?” diye sorduğunda bir anda “evet” demiştim.
Teklifini kabul etmemde etkili olan, benim onda gördüğüm şeye çevremde asla rastlamamış olmamdı. Büyükbabamla sözsüz iletişim kurabiliyordum. Ama annem -arada büyükbabam ile benim iletişimimizi bozmak için araya girmesi dışında- bunu asla tercih etmezdi. Benim açımdan büyükbabamla kurduğum bağ çok güçlüydü ancak büyükbabam bana bazı şeyleri anlatmakta geç kalmıştı, bunu şimdi anlıyorum.
O ise sözcükleri çok iyi kullanıyordu. Bunların beynimin kıvrımlarında dolaşıp da her yerime tatlı tatlı yayıldığını hissederdim. Gezegenimizde okuduğum tüm o kitaplar, en usta olanları bile bende bu etkiyi doğurmamıştı. Onunla kurduğum iletişim sayesinde varlığımın dönüştüğünü hissedebiliyordum. Engel olamadığım bir istekle bir zaman sonra ben de onun yaptıklarını yapmaya başladım. Benim için bir rehber olmuştu adeta. Garip bir alışkanlık edinmişim, diyorum şimdi. Ama o zaman aramızdaki uyumun böyle artmasından çok hoşlanmıştım.
Karanlık maddelerin ilerisinde, tüm sözlerin, tüm olanların ve olacakların yazılı olduğu düşünülen o levhayı bulduğunda hakikati çözeceğine inanıyordu. O levha ki onu oluşturan söylenmiş sözler ve gerçekleşmiş olaylardı. “Ne kadar yüksek, o kadar derin.” Bu onun cümlesiydi. “Ne kadar uzak, o kadar yakın.” “Ne kadar geçmiş, o kadar gelecek.” Sözlerden oluşan bu levha doldukça olacakları ondan okumak da mümkün oluyordu inancına göre. Onu gerçekten okuduğumuzda bizim de bir sözcük olup ona karışacağımızı ve işte o zaman gerçekten tamamlanacağımızı anlamıştım ondan. Bunu ilk algıladığımda tüylerim ürperdi. Hazır değil miydim? Hayır, hiç değildim. Yanıtsız bıraktım onu günlerce. Sessiz kaldım. Sürekli köşeme çekilip düşündüm. Okula gidemeyecek kadar hasta etti beni bu düşünce. Uyudum, uyandım. İyileştim. Kalktım. Ormanda dalın ve yaprağın alkışlarını, suyun ve yağmurun kargışlarını dinledim. Çözmeye çalıştım. Neden bir sözcük olup da o levhada tamamlanmak istiyorum ve aynı zamanda neden bundan bu kadar korkuyorum? Yok olmaya hazır değil miydim? Eninde sonunda karışacağım bir hakikat vardı. Ama bu bende onun sözcüklerinin varlığıma katmak istemem kadar yoğun bir istek doğurmuyordu. Sonsuz bir mutluluk ve tamamlanmışlık düşüncesi ise beni benden alıyordu. Zayıf noktalarım vardı, şimdi görüyorum. İlki tamamlanmamışlık. İkincisi her şeyin mümkün olabileceğine inanmak. Üçüncüsü ise aşırı sayılabilecek ve gezegenime uymayan düşünsel esneklik. Zaten bu aşırı düşünsel esneklik sayesinde o kadar uzaktaki biri ile iletişim kurabiliyordum. Günlerce düşündüm ve en sonunda yeniden onu yanıtlamaya döndüm.
Heyecanla geçen gemi yolculuğumdan sonra Jüpiter’den yolcu almak için durduğumuzda onu görecek olmanın sevinci ile ışımıştım. Etraftakilerin bakışlarından anladım bunu ama kendimi durduramıyordum. Güverteye yanıma geldiğini anladım. Çok geçmeden boynundaki mavi fuları, elindeki kalınca bir kitap ve bir kutu çikolata ile yanıma geldi. Bunların gezegenlerinde ilk buluşma hediyeleri olduğunu bildirdi bana. Hâlâ sesini duymamıştım ama karşımdaki varlığına takılı kalmış ve iletişimin nasıl hızlandığına hayret eder haldeydim. Birbirimize bakarken sussurumun tamamen sesini kestiğini fark ettim. Sonra karşımdaki varlığının beni etkisi altına alan gücünü hissettim. Bu bana tehlikede olduğumu da hissettirdi ama öte yandan merakıma yenik düşüyordum. Böyle bir şeyle hiç karşılaşmamıştım. Ve ihtimal o ki o olmasa böyle bir şeyi yaşayamayacaktım. Ne kadar kötü olursa olsun öğreneceğim şeyler olacaktı ve en sonunda tamamlanacaktım.
Evrenin diğer ucuna gidiyorduk. Pek çok yolcu yakın asteroidlerde indi. Galaksiden ayrılacağımızda anons yapıldı. Yan yana oturduğumuz koltuklarda aramızdaki enerji akışını hissetmek ve ışımamla onu aydınlatmakla meşgul oldum uzun süre. Aydınlattıkça daha fazla ışıdım. Orada, olduğumuz yerde otururken, zaman o denli yavaşlamışken ve galaksileri tek tek geçerken bir zaman sonra sussurumu hiç ama hiç duyamaz oldum. Varlığını hiç hissedemez oldum. Bir örtünün altına gizlenmiş de uyuyordur diye düşündüm. Örtünün “o” olduğunu ve ondaki karanlığın bana bulaştığını uzun süre anlayamadım.
Ne zaman ki ışığım yetmez oldu işte o zaman yapmamam gerekeni yaptım. Elimi göğsüme sokup orada bir yürek gibi çarpan pallazitimi çıkardım. Beni izleyen gözleri gülümsedi. Gördüm. Ona sessizliğimizi hiç bozmadan pallazitimin bilgisini verdim. Büyükbabamın anlattığı hikayeleri aktardım. Işığımın kaynağı olan taşımın mekânı ve zamanı aşan gücünü öğrendi böylece. Gözlerimizi kapatıp taştan birlikte enerji alabileceğimiz söyledim.
Öyle de yaptık.
Gemi hızını öyle arttırmıştı ki gözlerimiz kapalı orada otururken artık zamandan koptuğumuzu anlamaya başladım. Zamanın durmasından öte artık zaman diye bir şeyin olmaması hissi ile gördüm olacak olanları. Yanımda değildi. Olmayacaktı, anladım. Karanlığı fark ediyordum sadece. Işığımın benden bağımsız, git gide uzaklaştığını… Uyku gibi bir durumdu yaşadığım. Uyanmak istediğim ama asla uyanamadığım bir uyku gibi… Rüya değildi, kabus diyemem. Düşüncelerin kontrol edilebilir olduğu ama içinden çıkılmaz bir uyku hali ile zamansız, mekânsız orada başka ne oldu bilmiyorum. Gemi nerelerden geçti, bilmiyorum. O yanımdan nasıl uzaklaştı, nereye kayboldu, hiç var oldu mu olmadı mı, bilmiyorum. Korunmuş levhadaki bir sözcük olma arzusu ile çıktığım yolculukta gemi evrenin en uzak noktasında durduğunda kendimi güvertede iskele beklerken buldum. Oraya nasıl geldiğimi hatırlamıyorum. Taşım yoktu. O da yoktu. İletişim kurmayı denedim ama bu güç benden alınmıştı, anladım. İndiğim yer ormansız, insansız, büyüklü küçüklü taşlarla dolu bir yerdi. Böylece zamanın olmadığı koca bir boşlukta, bütün ışıklardan, seslerden, iletişimden kopuk bir noktada, ölüp gitmiş sussurumdan kalan ıssızlıkta öylece kaldım.