Dönencede Sayhalar: Haziran – 2024

Uzun ve cılız boynunu pencereden uzatarak haykırıyor genç adam: “Güneş var! Çok güneş var!” Kafamı kaldırıp mütebessim bakıyorum ona. “Güneşin aydınlığı insanlığın karanlığından iyidir.” diyorum.

*

Sohbetin umutsuzluğuna dayanamayıp araya girince, “pardon, böldüm” diyorum. Ahizenin ucundaki yılgın sesiyle şöyle cevap veriyor: ” Sen bölmedin.” diyor, “Ben kendimi bölünmüş hissediyorum zaten.”

*

Ne zaman arınmaya yeltensem usul usul akan bir su değil, taşkın ve bulanık bir su yıkıyor içimi. Ne zaman görmeye yeltensem, ağır ve grenli bir fotoğrafın içinden bakıyorum dünyaya.

*

Bazı şeylerin eski tadı yok. Bazı şeylerdeki bu eski tadı kısıtlı da olsa bir zamanlar duyumsamış olmak, güçsüzlük ve çaresizlik içinde doğduğumuz bir dünyada teselli için bize yeter. Eski güneşler, eski kokular, eski akşamüstleri ve eski çehreler artık etrafımızda olmasa bile onlar geçmişte bir yerlerde ebediyetimizle mühürlenmiş bir şekilde durmakta ve kendilerine ait o eşsiz tadı, garip bir nostalji duygusuyla mutlak sonumuza kadar muhafaza etmekteler.

*

Bulutlu, ağır, doygun bir sıcak. İnsana, içinde çaresizce dönüp duruyormuş hissi veren görünmez bir labirent sanki. Kıvrılan örtü, uçuşmayı bekleyen perde. Zamanın mutlaka geçmeye mahkûm olduğunu duyumsadığım bir gelecek tasviri. Mesela bir yerde oturmuş bekliyorum, içim daralıyor, saniyelerin geçişini takip ediyorum, önümde sayfalarının çevrilmesi için parmaklarımın ucunu bekleyen ama okumaktan usandığım bir kitap. Dilimde acı kahve tortusu. Uzakta görünen, (yüz metre mi?) iki katlı, ve ufak cafenin balkonunda oturduğumuzu hatırlıyorum. Hemen karşıdaki inşaat alanında çalışan insanların her tuğla koyuşunda Wittgenstein’ın “Felsefi Soruşturmalar”ında kurduğu bağlantılar aklıma geliyor. (Daha önce böyle duyumsamış mıydım?) Bir şarkının o elektronik ve oldukça akışkan tınısı zihnimde dönüp duruyor. (Ben o zamanlar, o inşaatı izlerken bu şarkı mı çalıyordu yoksa?) Şimdi bu labirentin içinden, bildiğimiz ağır ve doygun sıcağın zamanı yavaşlatan sıkıntısının ortasında karalıyorum bu satırları. Az önce nokta koyduğum bir yazımın içinde sarf ettiğim cümleler aklıma geliyor: “Her kavramı şuurumda karşıma tek tek oturtup tetkik ediyorum da, başkaldırıyı içinde tıpkı zamanı gelince çatlayacak bir nüve misali tahrik edici bir güç olarak taşımayan bir kavram göremiyorum. Her şey kendi başkaldırısını olağan akış içinde muhafaza ediyor. Ve her başkaldırı doğadaki mutlak antinomiyi, yani kendi karşısında konumlanan ve gerçekliği daima değişken olan -göreceli- haksızlığını da beraberinde getiriyor. Değişimin ana unsuru bu.” Oysa hepsinden yoksun ve uzağım şimdi. Tahrik gücünün eksilmesi büyük bir trajedi.

*

İnsana yalnızca akşam üstlerinde çöken ve sadece akşam üstlerine ait olan o tuhaf boşluk duygusu. Beyhudeliğin yeni bir zaman dilimine geçiş aşamasında insanın üzerine hücum etmesinin saçmalığı. Güneşin eksilmesi, sadece bazı köşelerde parlak, oldukça parlak ışıklar ve sessizlik.

*

Dicique beatus/ ante obitum nemo supremaque funera debet.” (Kimse ölümden ve cenazeden önce mutlu sayılmamalıdır.)

Birdenbire karşıma çıkan bu sözün tesiriyle her biri birer çelik makine kolunu andıran o devasa ayakların üzerinde yükselen “kitsch” binanın geniş çatısı arasından görünen ufak tefek bulutlara bakarken, oturduğum bankın yanında birdenbire sivri gagasıyla beliren karganın telaşlı adımlarıyla irkiliyorum. Ölümden ve cenazeden önce… Burada kast edilen kendi ölümümüz ve kendi cenazemiz midir? Tam da şu an hemen yanımda bir karga belirdiğine göre -insanın bugün dahi uygulanan gömü geleneğini kargalardan öğrendiğini göz önüne alırsak- kendi ölümümüz ve kendi cenazemizden sonra esas mutluluğun kapıları bize sonsuza dek açılacak demektir. -Ya da demek midir?- Hiç düşünmedim, hiç düşünmek istemedim, ölüme dair şeyler geldi buldu beni.

*

Yan masadaki çift hararetle tartışıyor. Erkeğin yüzündeki telaş, kadının yüzündeki donuk ifade. Kutsal döngünün, insanın kendi çıkmazlarının çok ufak bir örneği. İçimizde ya da kimi zaman dışımızda kopan tufanlardan başka neyimiz var? Hayatın biricik özü kaoslardan beslenir. (Yararlı entropi) Bu kaosların bizi her sabah uyanmakta kararlı kılan ve hararetli bir tartışmanın içinde bizi ayakta ve hayatta tutan bir manası var. Donuk, hararetli. Süratli, aheste. Her şey iç içe.

Az sonra hararetle tartışan çift hesabı ödeyip masalarından kalkıyor ve yolun karşısındaki süpermarketin önünde sıkıca sarılıyorlar. Kadın bir yöne erkek başka bir yöne gidiyor sonra. Kadın köşeyi dönünce erkeğin aklına ansızın bir şey gelmiş gibi arkasını dönüyor ve koşar adımlarla kadının döndüğü köşeden gözden kayboluyor. Küçük bir kaos başka bir mekana taşınıyor böylece.

*

Bu sabah uyandığımda zihnimi kuşatan yeni mentalitenin her şeyin iç yüzünü görmekten ve her şeyi bir nedensellik çerçevesinde tetkik etmekten geçtiğini gördüm. Akıp giden yolda kirli ve kocaman camların öteki yüzünden görünen ikinci sınıf bir birahanenin konumu, müşterilerinin kim olduğu, nasıl ve kimlerden para kazandığı ya da bir tabelanın neden asılmak için şu eski duvarı seçtiği, hepsi sual ve cevap olarak sıralanıyor bir bir zihnimde. Sisteme cevap bulamıyorum bir tek. Yeni mentalitenin parlak, göz alıcı kabiliyetleri de saatler sonra körelmeye başlıyor.

*

Zaman ve tanrı düşüncesi iç içedir. İnsanlık tarihinde zamanın döngüselliğini sembolize etmeyen hiçbir ibadet şekline rastlayamazsınız. Zamanın hayatlarımız hakkındaki hükmü ve en nihayetinde ona karşı çaresizliğimiz bizi, zamanı tanrısal olarak idrak etmeye sürüklemiştir. Zaman, dünyanın zorluklarına karşı tanrının gölgesine sığınmak isteyen bizleri ilk nefesimizde yakalar. İlerleyen yıllardaki ilk hayal kırıklığımızı kollayarak bizi ansızın ensemizden yakalayan “Neden böyle oldu?” sorusunun gaddarlığına şaşmamalı. Zamanın üzerimizdeki hakimiyeti bu soruda gizlidir.

*

Sofistike olmak ile sofistike görünmeye çalışmanın arasındaki farkı ancak taklit ile samimiyetin arasındaki farka vâkıf olanlar bilir ya; günümüzün fikirden sanata, sosyal hayattan, bireyselliğe kadar uzanan kılcal damarlarında müthiş bir sofistike olma arzusunun ihtirasla ısınmış kanı dolaşıyor. Elbette taklit. Pek tabî samimi değil. Tüm donanımı taklidi kolaylaştırmaktan öteye geçemeyen bir sistemin içindeyiz.

*

Beni eski günlere çağıran nedir? Metruk bir evin boyaları dökülmüş odasını sırlayan tahta kapısının nereden estiği bilinmez bir rüzgarın tesiriyle bir ileri bir geri salınırken, geçen zamana yazıklanırcasına acı acı gıcırdaması mı? Yoksa güneşli, buğulu rüyalar gibi salınan sıcak bir öğle vaktinin ortasındaki ıssızlıkta uzaklardan titreşen şehrin gürültüsü mü? Beni eski günlere çağıran nedir?

*

Her gün yanından geçerken rastladığım o eski panaptikonun içinden bana bakan gözler kimin? Çevremi saran o ılık ve hafif yaşama arzusunun yanında, soğuk, katı ve ağır bir belirsizlik var. Sebebini panaptikonun içindeki gözlerin sahibinden biliyorum… Ona, bu çelişkinin ve aslında topyekûn yaşamın sebebini sormak için tıpkı on beş yıl evvel dize kadar ulaşan kara rağmen o soğuk kış gününde nasıl tereddütsüz adım attıysam, bu cehennem gibi sıcakta da öyle adım atıyorum sokağa. Ona gitmeliyim.

Mezar taşları, bak şu eski Bursa valisi…

Dil ve anlamla alakalı serüvenlere meyilliyim (söz ve anlam adlı kitap değil bahsettiğim.) Mesela Wittgenstein’in ikinci dünya savaşındaki serüvenini pekiştirmeliyiz içimizde.

Hep aynı şeyleri düşünüyoruz.

Panaptikonun kapısındayım. Eski savaşçılar gibi bekliyorum. Mağrur, korkusuz, çevik.

Son nerede? Eski acılarında, uykuyu hiç durmadan, büyük bir inançla çağırdığın zamanlarda gizli.

Ben o zamanlarda şimdi olduğundan daha yakındım kendime. Çünkü son oradaydı.

Panaptikonun içindeyim. Belirsizlikle kuşatılmış ruhumla köşe bucak teneffüs ediyorum bu ağır havayı. Eskimiş mobilyalar, köşedeki tozlu masanın üzerinde ağzına kadar dolu kül tablası, birkaç boyası solmuş tablo duvarda. Boş bir beşik köşede sallanıp duruyor.Ne o bakışın sahibi var içerde, ne de yaşama dair tek bir iz. Her şey maziye ait. Mazinin an üzerindeki tahakkümü.

*

Cırcır böceklerinin tekdüze senfonisiyle uyandım. Aynı ağızdan bir bütün halinde göğe yükselen kıyamet ıslığı. Deniz açık mavi. Güneş tepede. Balkonda ilk sigaramı içerken imgesel olarak gözümde canlanan şey: Yuka çiçeğim, sivri ve yemyeşil yapraklarıyla plastik saksıda dimdik duruyor. Bir ismi bile var. Evin bir köşesinde sessiz, sakin, unutulmuş bir şey olsa da bir ismi var onun. Bir zamanlar birine hediye olarak verilmesi düşünüldüğü için benim nezdimde artık ismiyle birlikte unutulanlar arasında yerini almış olsa da; o orada, aynı şekilde, annemin gün gün sulaması sayesinde yaşıyor. Bir yanıyla artık o yalnızca bir imge. Terli etin, sıcak nefesin ve şişmiş gözlerin, cırcır böceklerinden duyduğu şu kıyamet ıslığından anladıklarıyla aynı. Yuka çiçeği ve cırcır böceklerinin telaşı aynı şeyleri söylüyor.

*

Alt alta yazılmış kelimelerden ibaret şiir. Renkleri çıldırtan, soyut tablo. Tiyatro sahnesinde dönüp duran bir meczup. Sarı ışık, süratle akan manzaralar. Çatlayan dudaktaki yangın. Safrasını çıkaran zaman. Tütün. Akşam kalabalıklarının arasında gözleri nereye baktığı meçhul insanlar. Arada, birden ayağa kalktığında gözlerin karıncalanması. Yuvarlanan bir kaya gibi üzerimize düşen saatler. Masum bir yaşama mücadelesinden ziyade alaycı ve kusurlu bir inatlaşmaya dönüşen günün döngüsü. Yaz mevsiminin sonunda beklenen ne? Kocaman bir saçmalık içinde çamurlu ellerimizle bir pırlantayı tutar gibiyiz. Yaşamak için daha fazla menfaat ve daha fazla umursamamazlık gerek. Vahşi bir nostalji fırtınasındayız. Eski filmler, eski aşklar ve modası geçmiş her şeye büyük bir çılgınlıkla tutunmaya çalışıyoruz.

*

The following two tabs change content below.

Email adresiniz paylaşılmayacak