28.1 C
Singapore
Saturday, December 21, 2024

Dönencede Sayhalar: Ağustos – 2024

Selimcan Yelseli / Assos / Ağustos 2024

Kilisenin akşam güneşi vurmuş çatısı arkasından yukarıya doğrudan hayli geniş bir şekilde uzanan nefti yeşil dağa bakıyorum. Sanki bir fırça darbesiyle işlenmiş sık ağaçlar, ışık ve gölgenin şehvetli vuslatıyla kımıl kımıl geliyor bana. Caddenin bir kenarında oturuyorum. Gelip geçen otomobillerin homurtularını dinlerken, kaldırımın kenarındaki bakımsız çöp konteynerlerinin, kavrulmuş ve birkaç hafta sonra yapraklarını dökmeye hazırlanan ağaçların teşkil ettiği bir manzara, gözlerimi kilise ve dağ manzarasının şahane uyumundan koparıyor. Kendimi her gün aynı saatleri var eden, saatleri var etmekle birlikte, var ettiği saatlerle mutabık hiç şaşmadan aynı yere vuran ve her gün aynı manzaranın en ince teferruatını bile içinde saklayan güneş ve ışık üzerinde bir şeyler söylemekte oldukça hevesli görüyorum. Çünkü olağan ve sıradan; aynı zamanda muntazam ve şahane, bununla beraber güzel ve çirkin, iyi ve kötü, hani doğanın üzerinde sayfalarca kafa patlattıkları şu dünya tarihi kadar eski fasaryalar, bir akşam vakti, şehirlerden bir şehrin küfü ve tozu ortasında tabiata duyulacak şiddetli bir özlemle ifade edilebilir aslında.

*

Altın kitaplar serisinden miydi? Ciltli, oldukça eski, Sartre’ın şu Akıl Çağı, (Uyanış). Kenarına not alarak okuduğum tek kitaptır benim. “Bir romanın sayfa kenarlarına da not alınır mı canım?” mı dediniz? Kurşun kalemimi ısıra ısıra bu kitabın sayfalarına yazdığımı hatırlıyorum.

Sonbahar yahut kış? Unutmuşum mevsimi. Yalnız üzerimizde kalınca giysiler, akşam çöktüğü gibi yanan sokak lambaları dudaklarımızı buğu buğu tutuşturmuş, eski bir dostla konuşa konuşa ağır aksak iniyoruz caddeye…

Mathieu” diyor, “amma da sana benziyor öyle.” Tebessüm edip, bir roman kahramanıyla benzetilmenin mahcubiyeti omuzlarımda cevap veriyorum: “Sana daha çok benziyor.” Bu cevabımda samimiyim. Kapağını yeni kapattığım bir kitabın içinden konuşuyorum.

Sahiden öyle mi? O, cevabım karşısında bu romana dair teferruatlar aklında, aydınlık gözlerini akşamın göğsüne dikerek mahrem birkaç kanıt arıyor. Bu cümlelerin tesirinden, hayatımla mutabık noktalarını tespit ede ede ve sayfa kenarlarına yaza çize bir kez daha okuyorum romanı. Bu romanın devamı olan Yaşanmayan Zaman’ı ise okumaya bir türlü cesaret edemiyorum o zamanlar. Öylece kalıyor.

Bugün, mahallemdeki sahafın kapı önündeki eski çekmecenin içinde gördüğüm gibi hemen seçiyorum onu. Alıp bir iki çeviriyor, bu kez, birkaç yıl evvel bulamadığım cesareti kendimde bulup satın alıyorum. Evde rafa koyuyor ve izliyorum sonra. 1966 basımı. Güzel bir kapağı var. Ve ben açacağım bu kapaktan büyüyecek yeni bir dünyanın içinden konuşmak istiyorum. Bu kitabın da devamı olarak bir de “Yıkılış”ın olduğunu hatırlıyorum.

*

7 Ağustos – Trabzon Yolu

Sarkazm hakkında Aralık / 2023’de bilmeden şöyle yazmışım:

Zaman, ruhumun sıhhatli ve parlak etine ıslık ıslığa bir vahşet halinde darbelerini indirdikçe, ruhumun içinden, sarkazmın mor ıslak ve iğreti cildi meydana çıkıyor. Artık bir yara haline dönüşen insan.

Bugün sarkazmın Oxford etimoloji sözlüğünde geçen anlamına rastlayınca hayretler içinde kalıyorum:

İngilizce sarcasm (iğneleme, alaycılık) Yunanca “sarkazein,” eti sıyırmak demek (sarx “et”). Derinin altındaki veya kelimelerin gerçek anlamının altındaki niyeti ortaya çıkaran kesici veya ısırıcı mizahı kasteder.

*

8 Ağustos / Trabzon

Trabzon kıyılarında güneş bir şiir gibi batıyor. Dünya üzerinde güneşin batışını, o an durduğumuz noktadan sadece bizim izlediğimiz ve başka kimsenin güneşe bizim durduğumuz yerden bakmadığını biliyorum. Güneşle aramızdaki o kutsal giz. Uzamsal olarak güneşle mesafemiz o an sadece bize ait. Müthiş bir mahremiyet duygusu bu. Uzam ve uzay, kütle ve bilincimiz arasındaki bakış öykümüz.

Düşüncelerimin şu içinde bulunduğum zaman diliminde (Ağustos) aslında ne kadar da birbirilerine yakın olduklarını düşünüyorum. Her şey tek bir yerde düğümleniyor. Bir yerlerde kurulmuş ve itinayla saklanan eş zamanlılık, gecenin bir yarısı otoyoldan tek tük geçen otomobillerin adeta insanın beynini sıyıran ince ve keskin sesinde benden çok uzaklara gidiyor. Gidiyor gitmesine ama saate bakma arzumuzun bir alışkanlık olarak sürekli içimizde bir yerlerde olması, yine zamanı ve onunla beraber vuku bulan her şeydeki eş zamanlılığı hatırlatıyor. Dünyaya gelmek için ana rahmine düşmemiz de bir eş zamanlılık sonucu değil mi?

Bir ana rahminden geldik pazara…

*

11 Ağustos / Trabzon

Karadeniz’in ne zaman sakin, ne zaman hırçın olduğunu anlamıyorum. Sadece gittikçe lacivertleşen bir ufkun üzerinde kül rengi bulutlar. Kendimi akşam vakti, lacivertin kızıla döndüğü yerde ufkun ötesini düşünürken yakalıyorum. Ufkun ötesinde ne var? Kanatları köpük köpük rüzgarın üzerinde akan martılardan sorulabilir mi bu?

*

Aynı yerden yazsak da, aynı yerde yaşamıyoruz.

*

Sorular, sorular, sorular…Gündelik sıkıntımızın orasından burasından sarkan rengarenk teller ve pullar.

*

Hiç anlaşılmasa da her şey ufalanarak toz olmak ve oradan oraya uçmak için daima hazırdır. Üzerinde sabit kalınacak ya da bir şey üzerinde tüm ağırlığıyla sabit kalacak ne var? Her şey tuhaf bir eylem yasası ile harekete meyilli. Bilim ne söyler bilmem…Yıldızların uçuştuğu, kumların için için kımıldadığı, seslerin bir su gibi aktığı, renklerin bir parlayıp, bir söndüğü bir dünya burası. Ellerimizde sadece bize ait, bizimle her yere gelen bir boşluk var.

Bir de gözümüzün kenarından akıp giden manzaralar…

Arada bir duyduğumuz gündelik sesler bir de…

Bu hareket güdüsüne rağmen kimi zaman günün ortasında dalıp gittiğimiz ve varlık sebebimizi düşündüğümüz dakikalarda nedensellik bizi bir şimşek gibi çarpar. Bu çarpmanın şiddetiyle her zamanki halimizi aynalarda aradığımızda geç kalmış olmamak için dua ederken buluruz kendimizi. Artık her yansımamız mutlak bir kudretten bize kalan tek şeydir. Hareketin tecellisi.

*

Yeniden evdeyim. Buğulu bir akşam. Duvarların nemden sızladığını duyumsuyorum. Bir köşede kendi kendine akan Nocturne 20. Bende tuhaf bir huydur, Chopin’in Nocturne 20’sini sadece o esere odaklanarak dinlerim. O an başka bir şey yapmak içimden gelmez. Bende bir ritüel, bir yortu gibidir bu. O an başka bir şeyle ilgilenmem, ilgilenemem. Nocturne 20 mevzubahis olduğunda özellikle Wladyslaw Szpilman o cızırtılı icrâsını dinlemeyi severim. Onun icrâsında notalar cızırtıyla katmerlenen bir elem halinde karanlığın içinden hakiki boşluğa usulca akar gibidir. Bir ağustos akşamında yeniden dikkatle dinliyorum bu eseri. Şu sonuca varıyorum:

Dünya üzerinde sadece son bir kez yazma hakkım kalsa, usanmadan bu eseri anlatmaya çalışırdım. Hakkında bir şeyler yazılabilecek en güzel sanat eseri Nocturne 20’dir

*

“Orfeo ed Euridice, Wq. 30, Act II, Scene 2: Ballo. Andante (Dance of the Blessed Spirits)”

Andente eserlerin en güzeli mi? Bilmem… Yalnız flüt ve yaylıların uyumu, yüksek bir yerden aşağıya kendini bırakmak ve bir tüy gibi hafif, öylece süzülmek hayalinin hazzını veriyor insana.

*

29 Ağustos – Assos

Sezonun sonunun geldiğini iyiden iyiye hissettiren hava. Üstadım A.T ile Assos’un kıyılarında durmuş, gece yarısı bir anda hırçınlaşan rüzgara doğru yüzümüzü dönüp Ferdi Özbeğen’in “Kandil” şarkısına eşlik ediyor ve gökteki takım yıldızlar hakkında konuşuyoruz. Geçen sene, yalnız bir ay evvelinde burada yine beraber “Kandil”i dinliyorduk.

Öğle vakti, buraya gelir gelmez girdiğim suyun soğukluğu gövdemde mi hala? Neden bugünün doğum günüm olduğunu hatırladıkça ürperiyorum? Az önce kalktığım masada dostların samimiyetlerine ve mütebessim çehrelerine minnettar kalarak şöyle dediğimi hazırlıyorum:

İnsan belli bir yaşa gelene kadar zamanın süratle geçip gittiğini idrak edemez. Belli bir yaştan sonra ise o sürati fark etse bile yapacağı pek bir şey kalmamıştır.

30 Ağustos – Assos

Dalgalar bu mevsimde bizi sürüklemek ve hangi kıyıda nihayete ereceğini bilmediğimiz kaderimizi noktalamak için ne kadar da ısrarcı. Tenimde büyüyen bir gökyüzü var sanki. Kuru, uçsuz, ılık. Bir tek o bana ait. Onun dışında ne kum sunuyor bize kendini, ne su. Her şey tam bir mevsim geçişinin sancısına hazırlanıyor ve sırrını büsbütün ifşa etmiyor.

Selimcan Yelseli
Selimcan Yelselihttp://selimcanyelseli.blogspot.com/
http://selimcanyelseli.blogspot.com/

Latest

Pitcairn Update (v2.1)

On the 5th of November 2024, exactly one year...

Navigating the Web3 Wave in Singapore

As the plane descended over the shimmering skyline of...

Dönencede Sayhalar: Kasım – 2024

Birbirine benzeyen ailelerde büyümüş, aynı yollardan geçmiş, aynı insanları...

Don't miss

Pitcairn Update (v2.1)

On the 5th of November 2024, exactly one year...

AdAstraa.Net Pitcairn (v2.1) Güncellemesi Başarıyla Tamamlandı

You can quickly translate the update announcement into your...

Adastraa.net – Pitcairn Update (v2.1) Announcement!

We're pleased to announce that a major website update,...

Embracing Mortality, Celebrating Life: “1001 Nights Project”

Embracing Mortality, Celebrating Life: "1001 Nights Project" Raffles Place, SINGAPORE We...

Ad Astra Manifestosu

Bu şiir, 26 Ağustos 2020 gecesi Twitter’da, #perasperaadastra hashtagi...

Dönencede Sayhalar: Kasım – 2024

Birbirine benzeyen ailelerde büyümüş, aynı yollardan geçmiş, aynı insanları sevmiş ve aynı şeylerden nefret etmiş gibiyiz. Karanlıklarımız farklı bir tek. Her şey aynı olsa...

Dönencede Sayhalar: Ekim / 2024

Kendi çevremde de insan kötülüğe meyillidir derim hep ama her seferinde kötülüğün bu kadar gerçek, bu kadar esrik ve bu kadar uçsuz olduğuna şahit...

Dönencede Sayhalar: Eylül – 2024

Sabahlar serin artık. Bulutlar hiç olmadıkları kadar ağır. Çiçekler eskisi kadar gürbüz ve coşkun bir tazelikle baş vermiyorlar topraktan. Renklerin üzerine buğulu, şeffaf bir...

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here