Sabahattin Ali “Benim beklediğim aşk, başka! O bütün mantıkların dışında, tarifi imkansız ve mahiyeti bilinmeyen bir şey. Sevmek ve hoşlanmak başka; istemek bütün ruhuyla bütün vücuduyla, her şeyiyle istemek başka. Aşk bence bu istemektir. Mukavemet edilemez bir istemek!” der.
Aşk dediğimiz şey sevmenin en yoğun olduğu, sevginin en doruk noktasıdır, en genel ve kabul gören tanımıyla. Aşk için o zaman önce sevmek gerekiyor o halde. Peki ne kadar becerebiliyoruz?
Sevmek bireyseldir. Bu yüzden herkese göre farklı anlamlar yüklenir, farklı beklentiler yaratır. Sorsak herkes farklı bir sevgi tanımı yapar. Kimi Sabahattin Ali gibi tüm mantıkların dışında der, kimi Nazım gibi sen elmayı seviyorsun diye elma da seni mi sevecek der, kimi Süreya gibi sevmek ne uzun kelime der, kimi Arif gibi kusursuz olarak, kimine göre de koşulsuzluk, kimine göre de zaaftır. Üzerine şiirler. şarkılar, türküler yazılan çok fazla açıkça dile getiremediğimiz duygu. Peki neden? Sevmek ya da sevgi kötü bir eylem ya da duygu mu? Hayır. O zaman neden dile getirmekten bu kadar korkuyor veya gizliyoruz, zaaf olarak görüyoruz? Oysaki birine nefretimizi, sinirimizi, öfkemizi yüzüne açıkça kusmaktan çekinmeyiz. Hatta kimi zaman bu garip bir haz verir. Ama sevgiye gelince gizleriz, çekiniriz. Hatta kimi zaman anlaşılmasın diye belki bunların arkasına saklanıyoruz -sevgimden diye-. Oysaki sevgiyi tüm çıplaklığıyla ortaya koyamıyoruz. Bunu zayıflık olarak görüyoruz. Bunlar güzel duygular ise neden zayıflık olarak görüyoruz? Sevgi acı verir. Çünkü o dönüştürür. Her dönüşüm sancılıdır. Eski yeni uğruna terk edilmek zorundadır. Eski tanıdıktır, güvenlidir. Yeni olan bilinmezdir. Hiç yolların açılmamış okyanuslara hareket etme durumdasın. Yeni olanda düşünceyi kullanamazsın, eski olanda ise düşünce beceriklidir. Düşünce eski olanla işleyebilir, yeni olanla tamamıyla kullanışsızdır. Bu yüzden daha fazla korku yaratır. Bunu ise insanların egolarını yüksek tutma isteğine, konforunun bozulmasına bağlayabiliriz. Okyanusa açıldık diyelim, okyanustan da karşılık göremedik. Okyanus bize yol göstermezse ya da istediğimiz yere sürüklemezse o zaman işte olan konforumuzu tamamen kaybetmekten korkarız ve tamamen tüm çirkin ne kadar duygu varsa onun arkasına sığınırız. Sevgi falan düşünülmez o sırada var olan egoyu kurtarma çabasına girilir. Tam olarak burada Nazım “Sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi gerekiyor mu?” diye sormuştu. Elif Şafak ise Firarperest kitabında ise şu şekilde destekler; “Bugün ellerde teraziler, adeta gramla tartılıyor aşk. 160 gr sevgiye 160 gr sevgi alınabilinirmiş gibi, herkes verdiği kadarını istiyor. Seven erkek mutlak itaat, mutlak hakimiyet bekliyor. Zihinlerde bir denklem var sanki. Denklem karşılanmadı mı tüm formül bozuluyor.”. Biz elmanın da kesinlikle bizi sevmesini bekliyoruz. Yetmiyor. Elmanın hayat boyu sadece ve sadece bizi sevmesini, varlığını bize adamasını, biz ne dersek harfiyen yapmasını istiyoruz. Biz aşkı egomuza hizmet etmekle yükümlü birer hizmetkar olarak bellemişiz. Ve bu yüzden işte, aşktan nefrete bu kadar kolay savruluyoruz.
Ahmed Arif’in evlenmesine rağmen sevmekten vazgeçmediği, sevgisine karşılık almak bir yana mektuplarına bile karşılık alamadığı ama mektup göndermek uğruna pulu için hamallık yaptığı ‘Leyla’sına sevgisi hiç bitmemiştir. Edip Cansever’in hep uzaktan, ama hep şiirlerini yazdığı aşkına karşılık bulamadığı ve kaybetmemek için arkadaşlığını baki tuttuğu ‘Tomris’e aşkı bitmedi hiç. Ve yahut Franz Kafka’nın evli olduğu halde neredeyse hiç göremediği ‘Milena’ya bitmedi aşkı. Tabiki tüm sevgiler karşılıklı değil. Koşulsuz sevebilmek imkansız değil. Örnekleri hiç yok değil. Tüm mesele egoyu bencilliği bir kenara bırakarak, cesaret göstererek, korkmadan olduğun gibi, tüm çıplaklığı ile tüm sevgini sunabilmek koşulsuzca. .