Dönencede Sayhalar: Eylül – 2024

Vilhelm Hammershøi, İç Mekan, Zemindeki Güneş Işığı, 1906

Sabahlar serin artık. Bulutlar hiç olmadıkları kadar ağır. Çiçekler eskisi kadar gürbüz ve coşkun bir tazelikle baş vermiyorlar topraktan. Renklerin üzerine buğulu, şeffaf bir örtü serilmiş. Çıkılan tüm yollar muğlak bir de. Artık elden, o yolların ortasında beklemekten başka bir şey gelmeyecek gibi… Oysa yolların ortasında beklemek dayanılmazdır.

Her gün aynı manzaraları görmek de öyle.

Yolların ortasında öylece beklemek yerine ilerlemek istiyorum… “Forever Young”u dinliyorum. Şimdi ağır ve kalın bulutların arkasına gizlenmiş güneş, henüz mavi bir göğün ortasında bulutsuz ve sancısız duruyorken, bir otomobilin arka camından onu bir serüven cesaretiyle takip ettiğimiz ve kasabaların içinden süratle geçtiğimiz günlerdi. Bende tatlı bir rüya haline gelen yol kenarındaki karpuz satıcıları, boz köpekler, kızıl atlar, ayçiçeği tarlaları, uzakta, varmaya çalışsak kainatın ilk günü kadar uzakta olan yapayalnız mağrur ahlat ağaçları.

Eve dönmek üzerine söylenmiş tüm sözleri söyleyebilirim şimdi. Şöyle otursak şehirlerin ortasında yeniden, ellerimizde birer karanfil olsa… Ben dudaklarımın kenarında büyüyen karanfil değil nikotin acısıyla konuşsam: Eve dönmek desem, bozkır desem, geçmiş bir yaz mevsiminde takriben iki bin kilometre desem ve sonra başım önümde yeniden, yeniden hiç sıkılmadan söylesem: Eve dönmek… Günümüze dair söyleyecek pek bir şeyim olmadığı için eski yollardan ve eve dönmekten bahsetsem… Güneş bir an için ağır ve kalın bulutların arkasından çıksa, bilmem kaç katlı apartmanların boyası dökülmüş cephelerinden altın gibi tatlı bir sarı ile yüzümüzü de kendisine katıp usul usul süzülse (turn our golden faces into the sun). Biz onu izlerken “Farsça’da “genç” hazine (altın?) anlamına gelir” desem bir de. “Sonsuza dek gençlik hayalleri kuramayız, akşamlar var” desem. “Bir ömrün, bir günün akşamları…

Şimdi düşünüyorum da o akşamlar ki, içimizden aldığımız taze bir kuvvetle saçımız ve sakalımızdaki aklara inat, ara sokaklarda eski bir şarkının nakaratını (I want to be forever young) mırıldanmamız içindir yalnızca. Bir dahaki yaza, bir dahaki yolculuğa ve bir dahaki güneşe kadar, zaman karşısındaki tek avuntumuzdur bizim.

*

Güneşin her günü aldatmaktan sakınmayan doğumu. Gece, ay ve ayartı bir de.

Tıpkı denizin dibindeki kabuklu bir hayvan gibi süratle içine kapanacak bir hayatım var. Güneşten ve Ay’dan kendisini sakınmaya yeltenecek bir hayat bu.

Eski tebessümlerim, bakışlarım, mesela köprünün üzerinde saçlarımı tel tel seven rüzgar. Göğsümdeki o büyük, o inatçı ateş.

Şimdi bir kabuğun etrafını sarması gibi katmerlenen bir sakınma hissine teslim.

*

Karanlık ve yağmurlu bir eylül öğleninde nedendir puhu kuşlarının öttüğü sıcak bir akşam üstüne çekiliyorum şimdi. Ben o akşam üstülerinde başımda koca kayalar gibi sızılar, elimi çenemin altına koyarak gözlerimi sımsıkı kapatıp uyumak isterdim. Simitçi sesleri puhu kuşlarının garip ötüşlerine karışır, nerelerde, hangi dağların ardında gün bitmeye hazırlanır merak ederdim.

*

Hayatın realitesini keşfettiğini sanan her insan bir dönem bilim tarafından kandırılır.

*

Yağmurla uyandım. Ağır, gürültülü bir yağmur. Bütün yaz boyunca kıyıda köşede biriken güneşi bir sabah vakti süpürüyordu sanki…

Kararmış gökyüzüne bir bakış, yudumlanan ikinci kahve. Dün gece karanlık bir rüyanın uykumu böldüğünü hatırlıyorum: Evin içinde karanlık bir orman vardı.

Güneş mi o? Vakit öğlene dönüyor.

Sabah, sancılı bir gövdeyle, başım ellerimin arasında sonbaharla başa çıkmaya çalışıyordum. Sonbahar birdenbire gelince ne dayanılmaz şey oluyor.

*

Huzurlu ve sükûtu içeren şeyler söylemeyeceğim. Bir çilekeş gibi inayet peşinde koşmanın da bir faydası yok. Sakin ve güvenli limanlarda demir atmayı önceleyen bütün felsefeler, kendisine bilgelik addetme riyakarlığına düşmüş birkaç ihtiyarın ölmeden önce bizlere attığı kazıklardan ibaret.

Çocukların, kadınların, işçilerin, vicdanların, hoşgörünün öldüğü yerde toprak kabarıp içindekini kusmuyorsa, ne inayet beklerim, ne de merhamet.

*

İçimizdeki yol. Mutlak.

Beni o ara sokaklara çeken budur.

Gölgeli bir eylül gününde, içine daldığım sıcağın nabzında büyüyen yağmur.

Metal rengi bir otomobil üzerinde sarı bir kedi.

Kapanan birkaç pencere sesi.

Düşmeye başlayan iri ve seyrek damlalar.

Bir kez daha, ama bu kez hepsinden daha da şiddetli, mutlak bir sona erme duygusu…

Gözlerim ufuklarda geçirdim bu yazı.

Yeni başlayan şu yağmur mu, yoksa yazın bitmesi mi başım önümde ağır aksak yürümeme sebep?

Artık ufuklar karardığı için yeryüzündeki karanlıklara ilerleyen adımlarımı izlemekten başka çarem yok…

Eylül bu.

*

Cumartesi akşamı, salonun köşesindeki abajurun ışığı duvarlarda gölgelerden bir başka dünya kuracak kadar güçlü bir aldatmacayla gözlerimi kendisine katarken, balkon kapısına çarpıp çarpıp geri çekilen rüzgarın sesiyle nerelerdeyim şimdi?

Ahşap masalarla dolu, sarı ışıklı o cafenin cam kenarında,  yağmurdan sarhoş ateş böcekleri misali titreşen farlarıyla köprünün üzerinde akşamın geceye döndüğü yere doğru ilerleyen otomobilleri izliyorum. Boynumda bir şal. Kadife mi? Az ilerideki masadan kopuk kopuk kahkahalar duyuyorum. Kadınlı, erkekli, şöyle böyle her zamankinden bir güruh bu. İçimde büyük, hiç olmadığı kadar, hatta belki de hiç olmayacağı kadar büyük bir boşluk duygusu. Tek başımayım. Herkesin tek başına olduğu bir zaman vardır. Pek de ilginç bir şey değil bu.

Az sonra camdan bir üçgen olarak şehrin en yüksek tepesinin yanında pek de yükselemeden kalmış alışveriş merkezinin (hani şu Louvre Müzesi biçiminde inşa edilmiş yapının) balkonundayım. Sinemada, ikinci sınıf bir dram-komedi filminin gece seansının molasında…Bileklerime değen soğuk beni sinema salonunun karanlığından kurtarıyor. Aşağıda akan cadde. Herkes bu şehre geldiğinde bu yoldan geçer. Hepimizin bu şehirde,  bu yoldan geçmişliği vardır. Yollar olmadan şehirler olmaz. Şehirler olmadan insanlar. İnsanlar olmadan ne olur? Bizim çetin ve ıstıraplı hayatlarımızın olmazsa olmazı nedir bir de?

Zamanın üstünde süzülüyorum.O eski evlerin duvarlarına dayanarak içtiğim ilk sigaralarım. Baldırlarımdan karnıma, oradan göğsüme ve oradan da dudaklarıma yayılan bir kıpırtı. Gençlik bu. Gençlik büsbütün kıpırtı demek. Mesela koştura koştura yağmur avlıyordum saçlarımla. Geceleri, beni tertemiz umudumla kıskıvrak yakalayan dolunaylar göz bebeklerimde gençliğim gibi yitiyor şimdi.

Geçen yıllar, devrilmiş bir heykelin kopmuş parçalarından farksız, ayak uçlarımda duruyor. Samanyolu’nun en kuytu yerinden bakıyorum onlara. Geçen yıllar parçalanmış bir heykel olup, hani o insanlık tarihi kadar eski bir teşbihi, o meşhur hayal kırıklıklarını hatırlatsa da umursamaya gerek yok. Hayal denen şey, her şeye inat yenilenip, her badirede bir kez daha kırılan bir şey zaten. Biz hayallerimizi kırıldıkları için fark ederiz aslında. Şimdi tüm hayal kırıklıklarını, bir şarkıda geçmişi hayal ederken yaşıyorum. Geçmiş de kırılıp ufalanıyor böylece. Zihnimin içinde yüzlerce, binlerce parça. Işıl ışıl. Bir yakamoz gibi kelimelerimin karanlığında yüzüyorlar.

*

Pişman olduğumu ifade edecek bir tebessüm bulup, dudaklarımdaki kıvrımlara saklıyorum onu. Zamanı gelince kullanmak için başka yerlerden kaptığımız şeylerle doluyuz ne de olsa.

Fotoğraflarda pozumuz, sevgi dolu sözler söylerken sesimiz, uzaklara dalıp gidişimiz, hep daha önceden hazırlanmış, tasvir edilmiş, yapılmış şeyler değil mi?

Bir istisna…

O akşam gitarist genç eski bir şarkı çalıyordu, ben de içimden eşlik ediyordum. O şarkı neydi? Şimdi hatırlamıyorum. Önümdeki ağır kadehi parmak uçlarımda masadan kaldırmadan çevirip duruyordum. Zor zamanların ve cevapların karşısında takındığım bir tavırmış bu, bilmiyordum. Daha sonra ruh tahlillerinden birinde söylemiştin bunu bana.

Şarkı zihnimde, kadeh parmak uçlarımda dönüp duruyordu. Hiç bir yerden kapmadığım, bizzat kendime ait bir şeydi bu. Önce bizim, sonra zamanın ve en nihayetinde kainatın zor ve çetin varlığı karşısında önümdeki ağır kadehi çevirip durmaktan başka ne yapabilirdim ki? Dünya, işte tam da buna benzer bir sıkıntıyla, masadaki dolu ve ağır kadeh gibi milyarlarca yıldır dönüp durmuyor mu hem?

*

Eski bir defterim önümde. Bir öğlen sıkıntısında kapağını açıyorum. 2016 ile 2020 yılları arasında yazdıklarım bunlar.

2016’nın on beş Haziran’ında şöyle yazmışım:

Uzaklardan şehrin sesi duyuluyor. Bir yerlerde, gökyüzünden boşalan bir uğultu gibidir aslında yaşamak. Öyle içten, öyle şiddetli lâkin beyhude. Şiddetli bir yağmurun telaşından yeni çıktık. Karanlık havalarda, kimsesiz odalarda kurduğumuz hayaller öylece kaldı yine.

Bir yerlerde alkışlar koptu. Birileri, bir yerlerde hakiki bir yaşama kavuşmuş olmalı. Birileri bunu başarabilmiş olmalı. Ondan olmalı bu alkışlar…

Babam hastanedeydi. Bir merhamet duygusuyla ürperememenin, içime dönememenin verdiği suçluluk duygusuyla sustum. Tepkisizdim.

Dili yormuyorum. Ağır bir şarkı dönüp duruyor içimde.

Günlerce sürecek bir hezeyanın habercisi gibi üzerime saçılan bakışların tesirinden kurtulabilmek! Öylesine hiç olmakla doluyum ki, avuçlarımdan kainat akıyor ve ben öylece izliyorum.

*

Yüzündeki ifadeden memnunsuz olduğunu anladığım insanların yanından geçince, yazılan ve yazılacak olan tüm öykülere, şiirlere, romanlara göz atma arzum… Her insan bir romandır. Oktay Akbal’ın da dediği gibi aslında “İnsan Bir Ormandır.” “Roman” ve “Orman” arasındaki fonetik bir benzerlik mi bu?  Oktay Akbal da böyle düşünmüş olmalı.

-Sabaha karşı, saatleri bir kovada toplayıp, uzayın sonsuz kuyusuna dökme eğilimi.-

Üzerinde “Kalendermeşrep” yazan kupama dolan katran karası kahve. Grenli bir fotoğrafın içinde gibiyim.

Az sonra grenler kıpırdayacak, beyaz noktalar koyu renklerin arasında hareket ederken, kendi şekline büsbütün kavuşan bir şey yerinden kalkıp elinde kocaman bir kova ile saatlere ait ufacık rakamları uçsuz karanlığa savuracak. O grenli fotoğrafın içinde binlerce yıl geçecek. Karanlık seyrelecek. Beyazlar yeniden kıpırdayacak. Bir ormanın kuytuları seçilir gibi olacak. Önce ağaç gövdeleri, sonra o ağaçların dalları, en son yaprakları görülecek ve nihayet gökten yıldız yağmuru gibi rakamlar yağacak bu taze ormanın üzerine. Zaman böylece yeniden yaratılacak. Her zamankinden farklı. Daha sancılı olsa da daha merhametli olacak bu kez.

*

Birkaç ay evvelki bir gece yolculuğunda karanlığın içinde kıvrıla kıvrıla sürüklendiğimizi hatırlıyorum şimdi. O an madde hükmünü kaybedebilir ve biz karanlığın ve yolun çekimiyle takriben bir kilometre ötede uyuyan birinin rüyasına karışabilirdik. Ya da en ince teferruata kadar yeryüzünden silinebilir ve hiç var olmamış olabilirdik.

Tüm gece yolculukları böyledir. Önce karanlığın içinden birkaç bodur ağaç seçersiniz, sonra onlar simsiyah bir denizin içinde kaybolurlar. Önünüzden kesik kesik uzayıp giden beyaz şeritler bir müddet sonra o kadar çok var olur ki, onları fark etmemeye başlarsınız. Karanlık arttıkça artar ve gittikçe daha çok tabiata karışıyor olma duygunuz yavaş yavaş karanlığın içinde erimeye döner.

İşte yeryüzünden silinme ve aslında hiç var olmamış olma tehlikesi budur. Her şey uğuldamaya başlar. Zaman ve mekan arasında açılan derin bir çatlağın arasından süzülüp kaybolmamanız için hiç bir sebep yoktur o an. Karanlık bir sarmaşık gibidir, o çatlağın içinden büyür, sizi sarıp kendisine çeker. Teslim olmaktan başka elinizden bir şey gelmez. Bir dağ aşar, bir tünele girer, bir virajdan dönersiniz ve her seferinde bilinciniz varlığınızı aynı yerde bulmak istercesine karanlığın içindeki manzaralardan apaçık bir şey seçmek ister. Her zamanki bir şey olmalıdır bu. Bir ağaç, bir elektirik direği, bir ev fark etmez, bilinciniz kendisini yeniden varlığa ve zamana inandıran bir şey arar.

*

Dünyanın tüm sefaletini güzel bir pencereden izlemek… Aslında edebiyatın yapmaya çalıştığı tam da budur. Her gün kirli otobüs camlarından, çamurlu su birikintilerinden, ansızın gelen kötü haberlerden, sabahları uyanma mecburiyetinden, geceleri bir ateş parçası kesilen yastıklardan, hayal kırıklıklarından, fırsat “eşitsizliğinden”, adaletsizlikten, nefretten ve aşırı sevgiden, şahit olunan ölümlerden, hatta kendi ölümümüzden edebiyata sığınırız. Bizim -biraz da Baudrillard’a öykünürsek- “çaresiz stratejimiz” budur.

*

Vilhelm Hammershøi, iç mekanlarda tasvir ettiği o hüzün dolu, iddiasız ışığı hiç şüphe yok ki sonbaharda bulmuştur.  Çünkü sonbahardan başka hiçbir mevsimde yoktur o ışık.

Hammershøi’nin 1906 tarihli, uzun bir pencereden güneş ışığını ustalıkla zemine kondurmuş o iç mekan tasvirine dalıp gidiyorum, bir de sağ tarafta, sanki geçmişin üzerine sımsıkı kapatılmış bir kapı. Tozlu, sarı, eski bir mekan bu.

Eski, çocukluğum kadar eski.

Bu esere baktıkça bir müddet sonra çocukluğumun akşamüstlerini, evimizi, sonbahar hüznüyle dolup taşan o geniş salonumuzu görmekten kendimi alamıyorum.

The following two tabs change content below.

Email adresiniz paylaşılmayacak