Güneş, daha bizim yurt odamıza uğramaya vakit bulamamışken uyanmak zorunda kalmıştım. Gördüğüm rüya beni oradaki gerçeklikte rahatsız etmekle kalmamıştı, yorganımı da çimentoyla doldurmuştu sanki. Vücudumun gevşemeye başlamasıyla rüyamı düşünmeye başlamıştım ama rüyam kırılmıştı bile. Büyük parçaları toparlayabilsem de küçük parçaları elime dahi alamamıştım. Tam oturtamadığım tek bir parça vardı. Bir yerde, hayatımızda görmediğimiz simaları rüyamızda da göremeyeceğimizi okumuştum. Mantıklı da gelmişti, kafamdan var olmayan bir insanı hayal edemezdim. Fakat rüyamdaki adamı ilk kez gördüğüme emindim. Herkesten farklı karakteristik bir suratı yoktu ama yüzündeki her kıvrım benim için yeniydi. Boşluğa dalmış gözlerimi ve oda arkadaşlarımı uyandıran alarmım, günün bana ayrılan kısmını başlatmış oldu.
Üzerimdeki melankolik havayı atmak için duşa girsem de sular sadece vücudumdan kaymakla yetindi. Tüm çıplaklığımla, buğulanmış aynanın karşısında rüyama teslim olmuştum. Üzerime kalın, siyah bir şeyler alıp dışarıya çıktım. Geceden yağan kar, kaldırımları çamura bulamıştı. Çamurun üstünde de her zamanki insanlar… otoparktaki görevli, masa üzerindeki sandalyeleri indiren garsonlar, kahvaltı yapan tamirciler… her gün sadece önlerinden geçmekle kaldığım kuklalar. Bazen selam vermek aklımdan geçiyor ama sesim etrafıma kurduğum sahneyi aşabilecek kadar güçlü çıkmıyor. Kimsenin çıkmıyor. Kuklalar dünyasında; kumaşı bizimkini andıran birkaç kukla daha buluyoruz, rolümüzü oynayıp sahne arkasına çekiliyoruz. Metroya kartımı basmadan, altgeçidin boşluğundaki kullanılmayan telefona yaslanıp Duru’yu bekledim. İlk metroyu kaçırdık. Yetişemeyeceğimizi bilsem de metro kalkana kadar merdivenlere baktım, belki görürüm de koşmaya başlarız diye. Metro kalkınca yeniden Thom Yorke’nin sesiyle baş başa kalmıştım.
wake from your sleep
and dry all your tears
today we escape
we escape
Daha şarkım bitmemişken ıslak merdivenlerden kaymamaya çalışarak bana gelişini gördüm. Sarı şişme montu ve büyük siyah çamurlu botlarının üzerinden kendini belli eden renkli çorapları… Nerde görsem tanıyabiliyordum… buhardan ıslanmış maskesini indirerek selam verdi. Beyaz teni üzerinde kızarmış yanakları çok hoş duruyordu. Beyaz tenli kızlara hep bir düşkünlüğüm olsa da Duru’nun güzelliği beyaz teniyle sınırlandırılamazdı. Yapboz parçaları gibi vücudunun her bir parçası birbirini tamamlıyordu. Paytak, komik yürüyüşü bile güzelliğinden azaltmıyordu. Bir yandan merdivenlerden iniyor bir yandan da sohbeti başlatmak için kullanılan cümleleri sarf ediyorduk.” Duru, var ya çok garip bir rüya gördüm.” dedim. Meraklı gözlerle bana yoğunlaşarak “anlatsana!” dedi. “Hani bazı çok gerçekçi rüyalar oluyor ya bu da onun gibiydi. Normal bir şekilde başladı, gerçek hayatta neler yapıyorsam onları yapıyordum, arkadaşlarımla sohbet ediyordum falan sen de vardın hatta.” “Aa, ne yapıyordum?” diyerek araya girdi.” Hatırlayamıyorum oraları sadece her şey normal hissettiriyordu. Ders çalışıyordum, geziyordum. Birkaç günün böyle geçtiğini anımsıyorum. Sahne sahne aklımda kaldı oralar. Bir adam bana seslenmeye çalışıyordu, en azından sadece sesini duyuyordum ne dediği bile anlaşılmıyordu. Ben ise sanki ondan kaçıyormuşçasına diğer sahneye atlıyordum. Birden zamanın yavaşladığını hissettim. Uçsuz bucaksız gri toprak, tamamen bulut serilmiş gökyüzü, önümde de küp şeklinde tasarlanmış tek odalı bir bina. Etrafıma bakarken adamı ilk defa görme şansım oldu.”. “Adam sizin fizikçiydi dimi?” dedi maskesinin ardına gizlediği gülümsemesiyle “Finaline çalışmaktan rüyana girdi.”. “Ya boş ver şimdi fizikçiyi.” dedim ben de gülümsemesine eşlik ederek. “Adamı tanımıyordum bile. Bana yaklaştı artık ondan kaçacak gücüm olmadığı için o da bana doğru koşmuyordu. Sadece nerde olduğumu anlamaya çalışarak adamı bekliyordum. Sonra bana baktı ve sakince “döngüler döngüler “dedi. Hiçbir şey anlamamıştım, küp binanın kapısını işaret etti. Kapıya yöneldim topuzlu kapı kulpunu kolay bir şekilde çevirdim. Böyle oda tamamen aynalarla çevrilmişti. Odada bir ışık kaynağı olmamasına rağmen dışardan çok daha aydınlıktı. Aynalara yaklaştım. Birkaç kırışıklık eklenmiş gözlerimin kenarlarına. Kafamın kenarlarındaki saçlar beyazlamaya başlamış. Tek başına bakıyordum öylece. Zayıflamışım da biraz. Yılları taşıyamamış omuzlarım. Harcanmadan biten bir hayatın yansımasına bakıyordum sanki yaşlı gözlerle. Burada sarsılarak uyandım. Daha önce hiç buna benzer derinlikte bir rüya görmemiştim yani.”. “Belki de içten içe döngüler arasında hapsolduğumuzu düşünüyorsundur.” dedi hafif bir endişeyle kaşlarını çatarak. “Belki de.” dedim. Çok kısa bir boşluktan sonra onun düşüncelerini merak ettim. “Duru özgür iradeye inanıyor musun?”. “Yani bazı olayları değiştiremeyeceğimi düşünsem de genel olarak inanıyorum. Mesela bazı insanların bir sebep uğruna benim hayatımda olduklarını, rastgele tanışmadığımı veya öleceğim zamanın belli olması falan ama yine de kararlarımı kendim alıyorum bence.”
dünya dönerdi ya ben de dönerdim
(yani derinden derinden)
annem gülerdi ya ben de gülerdim
(yani derinden derinden)
Metro önümüzde yavaşlamaya çalışırken Duru hafifçe kolumu dürttü. ‘’Baksana çok güzel durmuyor muyuz!’’ Metro ilerledikçe vagondaki insanları da sürüklüyordu. Onlarca insan geçip gitti. Sadece yansımam kaç vagon dolusu insan geçse de benimle kalıyordu, Duru’yla olan yansımamız… Metronun camları beni günlüklerimden, resimlerimden daha ben gibi yansıtıyordu. Döngülerde sıkışıp kalmıştık kim bilir, hayatımda hiçbir kararı ben almamıştım, almayacaktım; kuklayı oynatan el bile ben değildim, o düğme gözlerden hayatı seyretmeye gelmiştim. Camından onunla yansıyorsak hangi treni beklediğimiz önemli değildi. Metroya bindiğimizde kulağıma yanaşarak “adamı çok merak ettim acaba kim olabilir.” dedi. “Yağız düşünsene belki de başka bir hayattaki sensindir, belki geçmişten, belki de farklı bir evrenden…”. Gülümsemekle yetinebildim sadece. O adam nerden geliyorsa benim geçmişimi de geleceğimi de deneyimlediği anlaşılıyordu bana olan bakışlarından. İçten içe beni uyarmak için geldiğini de biliyordum. Aynalardan evvel Duru’nun gözlerinde yaşlanmak istediğimi de…