Zaman Yolculuğu Dosyası
Şu an için bir rüya belki; ancak bilimsel kuramlar ve teoriler bir gün gerçek olabileceği konusunda umutlu. Zamanda yolculuk insanın nostalji hevesini titreştiren bir mit olduğu kadar, gelecek merakını da körüklüyor ve insanları zamanından memnun olmayan bireyler haline dönüştürüyor belki, lakin bunun gerçekleşme ihtimali bile yeterince keyifli! Mevzu ‘geleceğe dönmek’ ya da ‘geçmişe gitmek’ olunca tabii, filmler de bu madeni işlemekten kendilerini alamıyorlar.
Sinema tarihinden, zamanda yolculuk mitini farklı bakış açılarından mercek altına alan, kimisi romantik, kimisi bilimsel, kimisi sığ, kimisi derin yirmi beş filmi derledik, toparladık. (Kaan Karsan)
The Time Machine (1960) – George Pal
H.G Wells’in 1895 yılında yazdığı Zaman Makinası adlı eseri, aynı isimler 1960 yılında sinemaya uyarlanır. Filmde H. George Wells icat ettiği zaman makinasıyla insanlığın nereye gittiğini merak ederek zamanda yolculuğa çıkar ve kendini 802701 yılında bulur. İnsan ırkını temsil eden Eloiler, Geroge’un tahmin ettiği gibi ileri bir medeniyet değil aksine cahil, çocuksu ve korkak üstüne üstlük Morlocklara esir bir ırk olmuştur. George, Prometheus misali Sekizyüzbininci yıl insanına ateşi getirir. Ateş sayesinde Morlocların esaretinden kurtulan insanlığın önünde şimdi yeni bir sayfa açılmaktadır. Yönetmenliğini George Pal’ın yaptığı filmin baş rollerinde de Rod Taylor ve Alan Young’ı görmek mümkün. Film 2002 yılında H.G. Wells’in torunu Simon Wells tarafından yeniden sinemaya uyarlandı. (Seçil Serpil)
Time After Time (1979) – Nicholas Meyer
1893 yılında Londra sokaklarında Karın Deşen Jack’in bir cinayetiyle başlayan film, H.G. Wells’in dostlarına verdiği bir akşam yemeğiyle devam eder. Davetlilerle birlikte biz de H.G. Wells’in icat ettiği zaman makinasından haberdar oluruz. Misafirler arasında bulunan Doktor Stevenson, nam-ı değer Karın Deşen Jack, polisin kapıya dayanmasıyla kaçmak için arka kapı yerine zaman makinasını tercih eder. “Dakikada iki yıl hızla” geleceğe giden Doktor Stevenson’ın arkasından Wells de geleceğe yani 1979’a gelir. Gelecekte! önemli bir bilim kurgu yazarı olacak Wells’le, seri bir katilin zamanda yaptığı yolculuk macerasına bir de aşk hikayesi eklenir. Filmin geleceğe yaptığı yolculuğun fütürist bir şehre değil, 1979’un San Francisco’na olması da dikkate değer. Filmin yönetmen koltuğunda Star Trek serisinden aşina olduğumuz Nicholas Meyer var. Baş rollerde H.G. Wells’i canladıran Malcolm McDowell’e David Warner ve Mary Steenborgen eşlik ediyor. (Seçil Serpil)
Somewhere In Time (1980) – Jeannot Szwarc
Film kiralama kültürünün vakt-i zamanındaki en popüler eserlerinden biri olan Somewhere In Time, başrolüne Christopher Reeve ve Jane Seymour gibi iki idol oyuncuyu yerleştirip fantastik ve romantik tonlarda ‘acayip’ bir çalışma olmayı başarmıştı. Filmin video âlemindeki bu büyük popülerliği de aslında tam olarak mezkûr tuhaflığından ileri geliyor.
Richard Matheson’un “Bid Time Return” isimli romanından sinemaya aktarılan film zamanda yolculuğu oldukça romantik bir zeminde kullanıp zamanının ‘The Notebook’u olma şerefini rahatça ediniyor. Zaten sinemasal değer olarak çok büyük bir paha biçemeyeceğimiz bu filmin iflah olmaz hayranları tarafından halen yaşatıldığı da tartışılmaz bir gerçek.
Zamanda yolculuk gibi bir gün gerçek olması beklenen bir hayal niteliğindeki bir kavramın ‘gerçekten de’ sadece romantik olup olamayacağını merak ediyorsanız, doğru yerdesiniz demektir. (Kaan Karsan)
Time Bandits (1981) – Terry Gilliam
Zamanda yolculuğun en sevimli hali şüphesiz ki insan hayatının en yaratıcı bölümüne, çocukluğa ait. Terry Gilliam’ın her haliyle yaratıcı ve eğlenceli olmayı başarabilen bu filmi zamanda yolculuk hayalini başka bir hayalle, bir çocuğun düş dünyasıyla bütünleştiriyor. Zamanda yolculuğun eğlenceli damarından ilerleyen bu kusursuz hayal gücü İngiliz mizahının kalbinden, HandMade Films’den çıkma.
Muazzam bir hayal gücüne sahip olan küçük Kevin, ailesinin de ilgisizliği nedeniyle kendine apayrı bir evren yaratmıştır zaten. Eksik olan tek şey bu hayalleri aksiyona dönüştürmekken bir mucize gerçekleşir. Bir gece, giysi dolabı yolunu şaşıran gerçek cüceler tarafından istila edildiğinde, o da sinema tarihindeki zaman yolcularından biri olacaktır. Hem de Napoleon, Robin Hood, Kral Agamemnon, hatta Şeytan’ın ta kendisiyle tanışma fırsatına erişen bir yolcu! (Gülçin Kaya)
Terminator Serisi (1984/1991/ 2003/ 2009)- James Cameron/Jonathan Mostov/McG/
Skynet, kendisine karşı başlatılan direnişin lideri John Connor’ı işin içinden çıkarmak için ilk hamleyi 1984’de yapmıştı. John’u henüz ana rahmine düşmeden bitirecek ilk planları suya düştüğünde önce ergenken sonra yaşını başını almışken bir kez daha saldırdılar. Aslında hikaye hepsinde aynı şekilde başlıyordu. Issız bir alanda oluşan elektrik akımı, o akımın oluşturduğu bir küre ve içinden çıkan anadan üryan sibernetik organizmalar. En başa bela zaman yolculuklarının yaratıcısı Skynet’in menüsünde Arnold Schwarzenegger, Robert Patrick ve basiretsiz bir Kristanna Loken olmasına rağmen şu ana kadar hiç biri amacına ulaşamadı. Son filmde gördüğümüz fazla üzerine düşülmemiş gelecek tasvirinden önce kısa görüntülerle şahit olduğumuz Skynet geleceği, bizi dünyaya yok etmek için gelen sibernetik organizmaların kontrolüne götürüyor, karanlığı iliklerimizde hissettiriyordu. Eğer ki günün birinde Cameron’un yarattığı bu evren gerçek olursa, en yakın zaman makinasını bulmak için fazla zamanımız olmayacak… (Fırat Ataç)
The Philadelphia Experiment (1984) – Stewart Raffill
Konusunu gerçek bir olaydan alan filmler hem sinema seyircisi hem de sinemanın kendisi için bulunmaz nimetlerdir. Söz konusu filmimiz bu anlamda hem kafa karıştırıcı hem de ufuk açıcı bir özelliğe sahip. The Philadelphia Experiment, tarihin en büyük efsanelerinden birini, 1943 yılında Amerikan donanmasının Philadelphia limanında yaptığı iddia edilen bir zamanda yolculuk deneyini konu alıyor. İddiayı ortaya atan asker bu geminin içerisinde zaman kavramının kırıldığını; birkaç dakika içerisinde kilometrelerce yol katedip bulundukları yere geri döndüklerini anlatmaktan sıkılmıyor. Filmi bu aşamada ilginç kılan şey ise az bilinen bir efsaneden yola çıkarak bunu su yüzüne çıkararak tartışılır hale getirmesi.
Filmde deney esnasında zamanda yolculuk deneylerinin vazgeçilmez aksaklıklarından biri meydana gelir ve sadece iki asker; David ve Jim hayatta kalır. Ancak bu yanlışlık –haliyle- başka bir zamanda, bambaşka bir yerde sonlanacak bir yolculuğu doğurur. (Gülçin Kaya)
Back to the Future Serisi (1985/1989/1990) – Robert Zemeckis
Geleceğe Dönüş serisi, Amerikan ana akım sinemasının en iyi örneklerinden biridir. Matrix, Inception, Avatar gibi özel efektlerin henüz gözümüzün algı ayarıyla oynamadığı yıllar olduğu için, üçlemede uygulanan özel efektler çok da göze batmaz. Efektler, hikayenin önüne geçmediği için gerçekten de odak noktamız Marty’nin zamanda yaptığı yolculuklar ve gittiği dönemdeki atmosfer olur. Bu yüzden de filmin dekorları, özel efektlerinin önündedir.
Üç filmin de yönetmenliğini Robert Zemeckis, yapımcılığını Steven Spielberg yaptı. Marty McFly’la özdeşen Michael J. Fox, ve Christopher Llyod’un canlandırdığı Dr. Brown’un zamanda yaptığı maceralı yolculukları anlatan bu komedi- bilim kurgu serisi hiç şüphesiz ki dönemi itibariyle sinemanın klasikleri arasında yer alır.
Hill Valey’nin tarihin akışına göre şekillenen 1855, 1955, 1985 ve 2015 yıllarını, McFly Ailesi’nin ekseni etrafında izleriz. Başını her seferinde kazara “büyük bir belaya” sokarak yaralanan Marty, başına gelenlerin “kötü bir rüya” olduğunu sanırken geçmişteki ya da gelecekteki ailesinin yanında olduğunu anlamasıyla içinde olduğu durumu fark eder.
Filmde, Doktor Brown tarafından geliştirilerek bir zaman makinası haline gelen Delorean marka arabayı görürüz. Zaman içinde yolculuk yapabilmesi için kimi zaman plütonyum, kimi zaman yıldırım kimi zamanda atıklara ihtiyaç duyar. Seride adeta tarihe tanıklık eden saat kulesinin de kuşkusuz çok önemli yeri vardır. 12 Kasım 1955 saat 22:04’te düşen yıldırım ve zamanda boyut atlamanın işareti olan yanan lastik izleri sinema tarihinin unutulmaz sahneleri arasındadır.
Üçlemeyi genel bir bakış açısı içinde incelediğimizde zamanda yolculuğa dair tez, anti tez ve sentez sunduğunu görebiliriz. Serinin ilk filminde; zamanda yolculuğun nasıl olduğuna tanıklık ederiz. Serinin ikinci filminde ise zaman makinasının “kötü insanların” eline geçerse neler olabileceğine dair anti tezi görürüz. Serinin son filminde ise geleceği ya da geçmişi bilmenin faydadan çok zarara yol açtığını, bu yüzden geleceği kişinin kendisinin özgür iradesiyle belirlemesi gerektiği önermesiyle karşılaşırız. (Seçil Serpil)
Star Trek Serisi (1986/1996/2009) – (Leonard Nimoy, Jonathan Frakes, J.J Abrahms)
Bilimkurgu janrının sarsılmaz temellerinin atılması esnasında büyük katkıları olan bir televizyon dizisi olan Star Trek’in sinema yolculuğunda da kayda değer sinemasal enlemler, bu örneklerin içerisinde de zaman yolculuğu teması fazlasıyla var. Bir tehlike sezip 2200’lü yıllardan üç yüz yıl geriye dönenler mi dersiniz, Mr. Spock’un yağız ve genç delikanlı halleriyle yüzleşenler mi dersiniz, artık orasını da siz bilirsiniz.
Kısa kesmek gerekirse, her şeyin başına dönüp de tehlikeyi kökten yok etme, yani, o an var olanı zaman yolculuğu sonucunda ilk önce ‘teorik’ sonra da ‘pratik’ olarak paspasın altına süpürme harekâtı Star Trek’in ana çerçevesinde de sıkça karşımıza çıkan bir bilimkurgu sineması yönelimi.
60’lardan bu yana kendi türüne ciddi katkılar sağlayan ve neredeyse ‘belirleyici’ bir konuma varan bu serinin J.J Abrahms ellerindeki modern ve yaratıcı görüntüsü de bu seriye karşı duyduğumuz heyecanı sürdürmemizi sağlıyor. (Kaan Karsan)
Bill & Ted’s Excellent Adventure (1989) – Stephen Herek
Bir nevi çocukluğumuzun filmi olan Bill & Ted’in maceraları özellikle televizyonda yayınlanmasıyla seyirci sayısını artırmış ve belleklerimize yerleşmiş nostaljik bir yapım. Bill (Alex Winter) ve Ted (Keanu Reeves) adlarında iki ergenin okul projeleri filmin esasını oluşturan konu. Ancak proje ödevleri için Rufus’un getirdiği telefon kulübesiyle zamanda yolculuk yapıp geçmişten tarihi kişilikleri toplayıp getirmeleri onları dosyamızın konuğu yapıyor. Zamanda yolculuk filmlerine çok eğlenceli bir hal katan bu filmi ıskalamayın bence. Liseli iki sarsak ve şapşal gencin yaşadıkları çıkmazları hangimiz yaşamadık ki? Onların çözümü olan zamanda yolculuk bizim de proje ödevlerimizde çok işimize yarardı doğrusu. Düşünün bir kere, okuduğunuz ve öğrenmeye çalıştığınız tarihin bizzat onu yaşayanlar ve yapanlar tarafından size anlatıldığını. Birebir yaşayarak öğrenmek bu olsa gerek. İşte, bu düsturdan yola çıkarak ilerleyen film, izleyene çok eğlenceli anlar vaadediyor. (Seçil Toprak)
Army of Darkness (1992) – Sam Raimi
80’ler ve Sam Raimi ikilisi için et ve tırnak benzetmesini yapmamak ne mümkün? Dönem ruhunun ‘ele geçirici’ yayılımına ‘Evil Dead’ gibi bir fenomen ile katalizör etkisi yapan Sam Raimi’nin efsanevi üçlemesinin son noktası olan Army of Darkness, hiç şüphe yok ki zamanda yolculuk filmlerinin en çılgın olanlarından bir tanesi.
Filmin 1992 yapımı olduğuna bakmayın. Aradaki üç yıl aslında hiçbir şey. Zira Army of Darkness buram buram 80’ler kokan bir film. Meselesi de basit ve basit olduğu kadar keyifli… Kaza eseri kendini milattan sonra 1300 yılında bulan çok sevgili Ashley ‘Ash’ J. Williams’ın geri dönebilmek için bir ölüler ordusuyla savaşması gerekiyor.
Kısacası, film Evil Dead 2’nin bittiği yerden başlıyor ve bu müthiş seriye son noktayı koyuyor. ‘B’ filmi kalıbının ‘a’ sınıf bir örneği, bir kez daha Sam Raimi’nin sihirli ellerinden sinema hafızalarına yollanıyor. Zamanda yolculuk, zamanla çatışma ve zamanda korkunçluk, belki de hiç bu denli eğlenceli olmamıştır. (Kaan Karsan)
Les visiteurs (1993) / Just Visiting (2001) – Jean-Marie Poiré
Zamanda yolculuk mefhumunun ‘öyle olsa ya’ kanalından yazılmış bir komedi filmi olan Les visiteurs –ya da sekiz sene sonra aynı ekip tarafından yapılmış yeniden çevrimi Just Visiting- Ortaçağ’dan günümüze yollanan bir şövalye ve onun sadık yardımcısının mizah üzerinden akan serüvenini merkeze alıyor. Filmin avlamaya çalıştığı pre-modernizm ve modernizm çatışmasından başka –kendi dahil- hiçbir şeyi ciddiye almadığı söylenebilir.
1993 yapımı orijinal film küçük bir bütçeyle ve Avrupa sineması kalıplarını kullanmasından dolayı en azından samimi bir tavır yakalamayı başarırken 2001 tarihli yeniden çevrim fazlasıyla sığ ve komik olmaktan çok uzak. Bu bakımdan ticari kaygıyı ön plana çıkaran ve çıkarmayan iki filmin karşılaştırması da basit bir şekilde bu iki film üzerinden yapılabilir.
Fransız sinemasının bugüne kadar yaptığı komedi filmlerinin genele vurunca ne kadar başarılı olduğu elbette ki tartışılabilir; ancak Les visiteurs mizah kokusu çok keskin olmayan bir toplumun çıkardığı en iyi işlerden biri. (Kaan Karsan)
12 Monkeys (1995) – Terry Gilliam
Tekinsiz, tozlu kirli renksiz bir zaman dilimi… İnsanlar artık yer altında yaşıyorlar, korkunç bir virüs yüzünden milyarlarca insan ölmüş, kalanlar da elbette ki bir şekilde uyum sağlamışlar. Bunların içinden biri “seçilir “ ve özel bir görev için geçmişe yollanır.
Terry Gilliam’ın yarattığı kendine has dünyalardan birindeyiz, yönetmenin zaten her bir filmiyle farklı dünyalar yarattığı bilinen bir gerçek ancak bu kez daha bir başka gibi sanki. Geleceğin artık geçmiş olduğu, inanmanın güçleştiği bir zamanda Cassandra Kompleksi’nden muzdarip bir adam çıkıp geliverir. Elbette ki hemen modern psikiyatrinin ellerine ve tabii akıl hastanesine düşecektir, şaşmaz. Orada bir Brad Pitt vardır ki adeta kariyerinin en başarılı performansını sergiler, Bruce Willis’ten rol çalar.
Tonla değerli replik, Hitchcock’tan Foucolt’ya sayısız değerli isme göndermeler barındıran ve bir hayli ağır sistem eleştirisi içeren film aynı zamanda matematiksel fiziğin tutarlılık yaklaşımını ele almasına rağmen zaman yolculuğunun en hatasız filmlerinden biri sayılmakta. (Ezgi Küçüktuğsuz)
Galaxy Quest (1999) – Dean Parisot
Bilimkurgu janrının getirdiği belli başlı klişeleri, komedi türü üzerinden kendince yorumlayan ve bu esnada da zamanda yolculuk mitini de işin içine katan bir film olan Galaxy Quest, türün Star Trek gibi kültlerinden aldığı ilhamla hem bilimkurgu hem de komedi türünde dikkate değer örneklerden biri olarak gösterilir.
Yer yer parodiye hatta skeçler silsilesine evrilmeye yönelen film, yıllar sonra yeniden çekilmeye başlanan popüler bir televizyon programının kurgusal yolculuğunun gerçek bir maceraya dönüşmesini konu alır. Durumu bir macera haline getiren şey bu programın sadece insanlık tarafından değil, dünya dışı varlıklar tarafından da izlenmesi; asıl sorun ise bu varlıklar olup bitenlerin kurgu olduğundan bihaber olmasıdır! Onüç saniye de olsa zamanda geri gitmenin neleri değiştirebileceğine tanık olduğumuz filmin başrollerinde Tim Allen ve Sigoumey Weaver gibi tanıdık simalar var. (Gülçin Kaya)
Frequency (2000) – Gregory Hoblit
Ucuz bir söylemle ‘frekans kazası’ olarak adlandırabileceğimiz bir hatanın aralarında otuz yıl bulunan bir baba ile bir oğlu birbirine iletiştirmesi sonucu başlayan paradokslarla ve soru işaretleriyle yüklü Frequency, sahip olduğu bilimkurgu tadının yanısıra oldukça derinlikli ve sarsıcı bir dramatik yapıya sahipti.
Zamanda yolculuğun bir ‘kurtarıcı’ ve ‘her şeyi değiştirebilecek’ bir güç olarak gösterilmesi elbette ki birçok kuramsal paradoksu da beraberinde getiriyordu getirmesine; ancak yine de Frequency bilimden bağımsız düşünmeyi başardığınız oranda sürükleyici ve başarılı bir filmdi. Hatta biraz daha ileri gitmemiz gerekirse 2000’lerin hak ettiği değerin çok altında ilgi görmüş birkaç filminden biriydi.
Filmin veteran yönetmeni Gregory Hoblit’in bu düzeydeki başka bir filminden söz etmek mümkün olmadığı için yönetmenin kişisel filmografisindeki yegane değerli yapıtı olarak da işaret edebiliriz Frequency’yi. (Kaan Karsan)
Donnie Darko (2001) – Richard Kelly
Donnie Darko gelmiş geçmiş en etkileyici filmlerden biridir desem abartıyor olmam. Psikolojik tedavi gören bir gencin sanrı mı gerçek mi karıştıracak hale geldiği bir dünyada geçen 28 gün, 6 saat, 42 dakika, 12 saniyelik geri sayımını anlatıyor film en düz haliyle özetlemek gerekirse. Zaman kavramını sorgulatan ve bol bol kafa karıştıran yapısıyla da etkisini artırıyor.
Taa Alice’den beri süregelen “tavşanı takip etme” ekolünün bir halkasını da gelmiş geçmiş en tüyler ürpertici tavşanla bu filmde görüyoruz. Frank isimli bu tavşanı unutmanız mümkün değil. Aslına bakarsanız sadece Frank’i de değil, filmdeki tüm karakterleri ayrı ayrı ele almak ve incelemek mümkün. Donnie’nin ailesinden, edebiyat ve fizik hocasına, hayatın “sevgi ve korku” dan ibaret olduğunu savunan umut tacirlerine ve esrarengiz bir nineye kadar her bir karakterin ayrı yerleri ve derinliği var. Her birinin temsil ettiği ve her birinin anlattığı şeyler farklı.
Zamanı bükebilmek ya da zamanda yolculuk edebilmek, sanırım herkesin bir anlığına da olsa içinden geçirmiş olduğu şeylerin başında gelir. Ancak sandığımızdan çok daha sıkıntılı bir hal yaratacağı kesin. Bunu gerçekleştirebilmek için mi, yoksa bunu gerçekleştirebildiği için mi bilinmez ama Donnie Darko, o deli mi dahi mi şüphe ettiren eşsiz sırıtması, tavşanı ve zaman kavramını allak bullak etmesiyle kült filmler arasında yerini çoktan aldı. (Ezgi Küçüktuğsuz)
Kate & Leopold (2001) – James Mangold
Kim demiş bir romantik komedi filmi zamanda yolculuk üzerine kurulamaz diye? İşte Kate & Leopold, tam da bu mevzuyu kendine çerezlik olarak seçmiş ve âşıkların arasına bir de zamansal farklılaşmayı yerleştirmiş bir film. Hani nesil farkı diyeceğimiz geliyor ancak erkeğin 1870’lerden kadının 2000’lerden olması aşkı daha da olmaz kılmıyor mu? Ama iş bir romantik komediyse tüm bu zamansal farklılık bir komedi sosuna dönüşüp romantik olanla mantıklı olanın yerlerini değiştiriyor. Kate (Meg Ryan) 2000’lerin kadını olarak erkeğin durduğu noktayı temsil ederken 1870’lerden günümüze fırlayıp gelen Leopold (Hugh Jackman) romantik, anlayışlı, naif; yani kadının durduğu noktada. Haliyle yine çarpışan iki kutup söz konusu ve bu kutuplar zamanda yolculukla biraraya gelseler de aslında geçen asırların aşk söz konusu olduğunda engel olamayacağını gösteriyor bize. Tabiî peşinde sürüklediği komik anlarla birlikte. (Seçil Toprak)
Harry Potter and the Prisoner of Azkaban (2004) – Alfonso Cuaron
Serinin üçüncü bölümü olan Azkaban Tutsağı, Alfonso Cuaron gibi bir Avrupa yönetmeninin de elinin değmesiyle iki kitapta sabun köpüğü gibi aktarılan bazı detayları gerek görüntü filtreleri gerek karakter işlemeleriyle seriye kitaplardan bağımsız olarak da bir seyir büyüsü aşılıyordu. Bunda Rowling’in de Azkaban Tutsağı itibariyle işleri karıştırmaya ve kafa çalıştırmaya başlamasının etkisi oldugu söylenebilir. Cuaron’un titiz ve dahiyane sinemacılığı da eklenince bugün hala tek başına bile izlenebilecek bir film çıkıyor ortaya.
Hikaye, Harry’nin her kitapta oldugu gibi, Voldemort’a biraz daha sürüklenmesi yanı sıra bu sefer ailevi geçmişine de ışık tutuyor. Bu sırada Hermione hikayeye sürekli en imkansız yerlerde girip çıkıyor. Harry ve Ron buna anlam vermeye çalışırken sırrı öğrenmiş oluyoruz. Hermione, zaman dönüştürücü (time-turner) aletiyle ileri-geri oynayarak çakışan derslerine girebiliyor, kritik anlarda arkadaşlarını kurtarabiliyor. Cuaron, Rowling’in zeki betimlemelerini, yapılmış en başarılı ‘çift finallerden’ biriyle ete kemiğe bürüyor. Çan kulesinden çıkıp yine çan kulesine dönen kamera, bu süreçte bir önceki kurguyu hiç beklemediğimiz bir devamlılık ustalığıyla tekrarlayarak aletin serideki öneminin hakkını veriyor. Cuaron, plan-sekans maharetleri eşliğiyle de alınan hazzı katlarken serinin vasat stüdyo uyarlamaları arasından her açıdan sıyrılarak okuyuculara gerçek bir Harry Potter deneyimi miras bırakıyor. (Eray Yıldız)
Primer (2004) – Shane Carruth
Zamanda yolculuk mitine bilimsel açıdan bu denli doyurucu yaklaşan ve kendi dünyası içerisinde gerçekten de fark yaratabilen bir filmi yakalamışken elimizden kaçırmayalım derim. Bu kez elimizde tamamen ‘kaza eseri’ icat edilen bir ‘zaman makinesi’ ve onun etrafında da kendi üretimlerine şaşıran bilim insanları var.
Gösterildiği sene Sundance’de küçük çaplı bir olay yaratan ve övgülere boğulan Primer’ın akranı olan zamanda yolculuk filmlerinden ayrı tutulmasının en büyük sebebi elbette ki oldukça derinlikli bilimsel altyapısı… Filmin içerisindeki bilimsel sohbetler fazlaca bilgi verizi oldukları kadar kafa karıştırıcı ve soğuklar. Bu da Primer’ın gerçekten ‘mesafeli’ bir film olmasını ve bu durumu avantajına kullanmasını sağlıyor.
Lafın özü, Primer’ın öylemesine yazılmış bir film olmadığı aşikâr. Bu nedenle filmin yönetmeni, yapımcısı, senaristi, kurgucusu ve başrol oyuncusu olan Shane Carruth’dan bundan sonraki yaratım hayatında çok şeyler beklemenin hiçbir sakıncası yok. (Kaan Karsan)
Idiocracy (2006) – Mike Judge
“Beavis and Butt-Head” adlı çizgi filmle tanınan ve 99 yılında çektiği Office Space ile dikkatleri üzerine toplayan Mike Judge; yeterli ilgiyi görememesine rağmen eleştirel sinema tarzını sürdürdüğü Idiocacy; günümüz tüketim toplumunun bıkmadan usanmadan devam ettiği ve artık tehlikeli noktalara ulaşan alışkanlıklarının 500 yıl sonraki durumuna hicivsel bir bakış atıyor. Ortalama zekaya sahip bir asker ile hayat kadınının dondurulup bir yıl sonra uyandırılacağı bir deney ile başlayan film; yergisel tavrını adalet, hükümet ve tüketim alışkanlıkları üzerinden besleyerek izleyiciyi şimdiki zaman ve sonrası hakkında basitçe düşünmeye itiyor.
Öyle ki Mike Judge; akıllı insanların kariyer planlamalı yüzünden çocuk yapmadığı ama bilinçsizlerin dur durak bilmeden ürediği bir dünya ile, bu dünyanın temelini oluşturan ve devlet başkanından, bakanına, avukatından hakimine, doktoruna dek idiotların sardığı, büyük çöp yıkımlarının yaşandığı, insanların kendileri gibi bitkileri de enerji içecekleri ile beslemeye çalıştıkları distopik bir dünya arasında mekik dokuyarak şimdiki zaman ve gelecek hakkında dikkate değer nüanslar sunuyor. Sinemasal açıdan heba edilmiş bir fikrin yansıması olsa da Idiocracy; Mike Judge’ın tarzını devam ettirdiği bir sistem eleştirisi olarak zihinlerde kalacak. (Fatih Yazıcı)
Toki o kakeru shojo (2006) – Mamoru Hosoda
Başkarakteri Makoto’nun zamanın doğal döngüsünü mucizevi bir rastlantıyla kırdığı, sonrasında kendi hayalleri ve arzularına göre tekrar şekillendirdiği bir Japon animesiyle karşı karşıyayız. Japon sinemasının kendine has kırılganlığı ve sevecenliği filmin her karesine işlerken henüz bir lise öğrencisi olan Makoto’nun bu eşsiz yeteneğiyle, zamanı nasıl toz pembeleştirmeyi istediğine tanık oluyoruz.
Makoto akranlarından farklı bir hayat sürmez, haliyle hayalleri de arzuları da o yaşlara ait olan türdendir. Bisikletini kullanırken tesadüfi bir şekilde farkına vardığı bu yeteneği başlarda sabahları birkaç saat daha fazla uyumak için kullanır, kimi zaman da sınavlardan kurtulmak için. Sonrasında ise bilinçsizce hayatının her köşesine yerleştirir bu gücü. Aşkları, özlemleri… Bu yetenek sarhoşluğuyla insanoğlunun bükemediği tek bileği, ‘zaman kavramını’ büktüğünde; geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek arasındaki doğal işleyişi her ‘zaman yolcusu’nun yaptığı gibi farkında olmadan zedeler. (Gülçin Kaya)
Los cronocrimenes (2007) – Nacho Vigalondo
İspanyol yönetmen Nacho Vigalondo’nun ilk uzun metraj deneyimi olan Los Cronocrimenes; oldukça düşük bir bütçeyle, gerilim ve bilim-kurgu sosunu yerli yerinde ayarlayabilen ve bunu anlatım olarak klişelerden sıyrılmakta mayınlı bir konu olarak nitelendirilebilecek “zamanda yolculuk” meselesi ile haşır neşir olarak anlatan nadir başarılı filmlerden.
Sıradan bir günde, sıradan bir hayatı süren Hector, insanın başına ne gelirse meraktan gelir gerçeğini kanıtlarcasına sürdürdüğü takibinin sonunda görünüşte alelade, fakat hiç de öyle olmayan bir şekilde zaman makinesi ile münasebet eder ve olaylar gelişir.
Zamanın içinden geçen, zaman makinesi ile kıyısından köşesinden alakalı olan diğer tür filmlerinin aksine bir hayli başarılı alan Los Cronocrimenes; yönetmenin senaryoyu yaratmadaki kıvrak zekasını gözler önüne seriyor. Filmin başından sonuna dek uyumlu bir şekilde katman katman süren ve taşların yerine oturduğu bu senaryo; filmin vaad ettiği çoğu nüansı kör göze parmak yapmadan ve kaliteli oyunculuklarla izleyiciyi sıkmadan, aksine adeta bir bulmacadaymış hissi yaratarak anlatıyor. (Fatih Yazıcı)
The Time Traveler’s Wife (2009) – Robert Schwentke
Audrey Niffenegger’in çok satan aynı adlı kitabından Bruce Joel Rubin tarafından uyaralanan The Time Traveler’s Wife (Zaman Yolcusunun Karısı), Clare ve Henry’nin bir bakıma zamana üstün gelen bir aşklarını anlatıyor. Clare (Rachel McAdams) bütün hayatı boyunca Henry’yi (Eric Bana) büyük bir aşkla sever çünkü o, kaderlerinde birlikte olmalarının yazıldığına inanmaktadır. Ancak aşklarında bir nevi trajedik bir yön de vardır çünkü Henry’nin ne zaman gelip ne zaman yanından ayrılıvereceğini bilemez. Henry bir zaman yolcusudur. O, genetik bir anomali nedeniyle zaman içinde ileriye ve geriye doğru, kendi kontrolü dışında gidip gelir. Konu açısından oldukça ilgi çekici olan film ne yazık ki anlatımındaki tutukluğu nedeniyle başarıyı elden kaçırmış bir yapım olarak dikkat çekmişti gösterime girdiğinde. Kitabı okuyanlar filmde aynı duygu yoğunluğunu bulamamışlardı. Henry’nin zaman içerisinde bazen ileri bazense geriye doğru gidişleri filmin zaman algılayışını ilgi çekici hale getiriyor kuşkusuz. Ddolayısıyla zamanda yolculuk denince akla gelen filmlerden biri oluveriyor The Time Traveler’s Wife. (Seçil Toprak)
Midnight in Paris (2011) – Woody Allen
Woody Allen’vari bir romantik komedi Midnight In Paris, başrollerden birinin bizzat Paris olduğu muzip, maceraperest bir hikâye. Daha ilk sahnesinden diyeceğim ama yetmeyecek, Van Gogh’un “Yıldızlı Gece” tablosunun kullanıldığı afişiyle, daha afişinden belli yönetmenin sanat içinde sanat yapacağı.
Birbiriyle çok farklı olduklarını bizim dışarıdan çok net gördüğümüz çift evlilik hazırlıkları içindedir ve Paris’te farkında olmadan her biri bambaşka yolculuklara çıkarlar. Gil’in bir gece ansızın bir çılgınlık yapıp atladığı bir arabanın onu götürdüğü yer tahmin edebileceğinden çok daha fazlasıdır, kendini birden hayranı olduğu yazarların ressamların arasında “altın çağ” da buluverir ve biz de böylelikle geçmişin büyülü dünyasına kendimizi kaptırır gideriz.
Hayalperest bir adamın peşine takılıp geçmişe gitme fikri zaten son derece romantik, buna güzel kadınlar, güzel müzikler, güzel bir şehir ve bir de Hemingway’den tutun Picasso’ya tarihin tanıdık simalarından serpiştirince ortaya şeker bir film çıkmaması ise imkânsız gibi, bize de arkamıza yaslanıp hayran hayran etrafına bakınan turist olmak düşüyor. (Ezgi Küçüktuğsuz)
Men in Black 3 (2012) – Barry Sonnenfeld
Men In Black 1997’de görücüye çıktığında çok sevildi ve ardından devam filmleri geldi. Üçüncü durakta yine siyahlı ajanlar J (Will Smith) ve K (Tommy Lee Jones) var karşımızda ancak bu sefer J geçmişe giderek Ajan K’nin gençliğiyle (Josh Brolin) işbirliğine giriyor. Serinin diğer filmlerini yöneten Barry Sonnenfeld yine yönetmen koltuğunda. Ajan J & K’nın 1960’ların sonunda sürüklendiği maceralar ve o günlerin bgünlere bağlanması açısından ilgi çekecek bir film üçüncü Men In Black filmi. İlk filmden itibaren mesafesini koruyan Ajan K’nin gençliğiyle tanışmak serinin hayranlarını epey mutlu etmişti gösterime girdiğinde. Bir karakterin geri planını oluşturmak açısından da hayli verimli bir yöntem olduğu söylenebilir zamanda yolculuk fikrinin ve bu filmde de bu fikir epey işe yarıyor. (Seçil Toprak)
***
Dosyayı Hazırlayanlar: Eray Yıldız, Ezgi Küçüktuğsuz, Fatih Yazıcı, Fırat Ataç, Gülçin Kaya, Kaan Karsan, Seçil Serpil, Seçil Toprak
Kaynak: ekşisinema