1. Dünya Savaşı, bazı siyasi çevrelerde bir daha asla bu ölçülerde bir savaşın çıkmayacağı algısı uyandırmış, liberal hareketler ivme kazanmıştı. Savaş sonrası dönem, kapitalizmin altın çağı olarak adlandırılacak ve “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” ilkesinin dünya çapında propagandası yapılacaktı. Oysa doğası gereği kapitalizmin gebe olduğu krizleri, 20’lerin başında da görmek zor değildi. ”İşçiler kendi ürettikleri arabayı Birleşik Devletler’de satın alabiliyorlar” şeklinde reklamların yaygınlaştığı bir dönemde, 29 Bunalımı’nın ortaya çıkışı şok etkisi yarattı. Milyonlarca insan, mülkiyetsiz olarak uyanmış ve işsizlik had safhaya çıkmıştı. Krizin aniliği ve yıkıcı etkileri, insanlarda kandırılmış oldukları algısı uyandırdı. Gerçekleşenler bir kısa devreden çok, sistemin iflasını gösteriyordu. İşte Beat Kuşağı’nı yükseltenler, bu bunalım döneminin çocuklarıydı. Dolayısıyla sistemden, hakim ideolojiden, makyajlanmış Amerikan değerlerinden nefret ediyorlardı. Onlara göre sistemin içerisinde kurtarılmaya değer bir unsur bulunmuyordu. Sistem, reformlarla düzeltilemeyecek oranda deforme olmuştu ve bireysel kurtuluş bütün bu değerleri reddetmekten geçerdi. Bu reddediş felsefi açıdan Uzakdoğu felsefesiyle doğrudan ilişki içinde olmuştur. Beatnikler, Buda’yı ve meditasyonu Amerika’ya tanıttılar. Hayatın monoton ilişki setlerini sürdürmekten ibaret hale geldiği ve bireyin üretim ilişkilerinin devamlılığını sağlama adına bir araç haline getirildiği bir sistemde, psikolojik anlamda büyük yıkımların görülmesi kaçınılmazdı.
Zenginleşen Amerika’da alım gücü ne denli yükselse de, Amerikalılar pembe bir düşün parçası olmadıklarını, maddi alım gücünün mutluluğu satın almaya yetmediğini anlamaya başlamışlardı. Beat Kuşağı’nın gençlik üzerindeki etkisi bu arayıştan doğmaktadır. Beatnikler, gençliği özgürleştirdiler ve insanları kurgulanmış yaşam biçimlerinin ötesine davet ettiler. 60’ların ikinci yarısında on binlerce gencin akın akın Hindistan’a doğru yola çıkması, Batı’nın sıkıcı sınırlarından topluca kaçış anlamına geliyordu ve başkaldırının doğrudan eyleme dönüşmüş biçimiydi. Bu dönemde Jim Morrison “Dünyayı istiyoruz, hemen şimdi istiyoruz” diyerek, arayışın ne denli büyük olduğunu göstermekte ve daha fazla beklenemeyeceğini ifade etmektedir.
29 Bunalımı sürecinde, demiryolu inşaatlarında çalışan işçiler, demiryolları bittikten sonra yeni işler bulma amacıyla kaçak olarak bindikleri trenlerle Amerika’yı bir uçtan uca dolaşmaya başladılar. Ne var ki o dönemde ancak geçici ve karın tokluğuna, çiftliklerde iş bulunabiliyordu. Hayatta kalmak için sürekli eyalet değiştirerek, farklı hasat dönemlerine yetişmek gerekliydi. Bu mevsimlik işçiler, öyküleriyle Beat Kuşağı’nın esin kaynağı oldular. Amaçsız demiryolu yolculukları geleneğininin ilk izlerini Jack London’da görmekteyiz. Üslup açısından Beat Kuşağı’nı çok derinden etkileyen, 20. Yüzyılın belki de en çok öne çıkan Amerikan yazarı olan Jack London, otobiyografik romanlarında bu temayı ustalıkla işler. Macera tutkusu ve o sonu gelmeyen arayış, Jack London’un romanlarının ana temasıdır.
1900’lerin başında Birleşik Devletler’de gerçekleşen ekonomik büyüme, Avrupa’dan kitlesel göçlere neden olmuştu. İktisadi girişimcilik alanındaki güçlü itkilerin, psikolojik açıdan da Amerikalıları şekillendirdiği açıktır. Avrupalı aile yapısını ve günlük rutinlerini Amerika’yla kıyasladığımızda belirgin farklar görürüz. Kafka’nın Amerika’sında bu yabancılaşma hissi başarıyla betimlenmiştir. Buradan yola çıkarak, Beat Kuşağı’nın sanatta hiçbir akıma doğrudan bağlanmadığı görülebilir. Sanatsal üretim teknikleri olarak, popüler biçimleri kullanmazlar. Beat romanlarının ortaya çıkar çıkmaz büyük tepkiyle karşılaşıp sansürlenmesi, uyandırdıkları dehşetten kaynaklanmıştır. Beat Kuşağı’nın ortaya çıkışı, sonu gelmeyen yolculuklara ve yer değiştirmelere dayanır. 1940’larda, New York’taki Columbia Üniversitesi’nde bir edebi toplulukta tanışan bir grup öğrenci, Büyük Bunalım sonrası işsizlerin demiryollarına düşmesi gibi amaçsızca otostopla Amerika’yı dolaşmaya başladı. Gittikleri her eyalette yeni insanlarla tanıştılar ve adı henüz konulmasa da sisteme, geleneğe ve alışıldık yaşam biçimlerine muhalif bir kitle oluşmaya başladı. New York merkez olmak üzere, Denver ve San Francisco’da toplandılar. Grup içerisinde sanatın çok farklı dallarıyla ilgilenenler varsa da, Beat Kuşağı en çok edebiyat alanındaki çalışmalarıyla öne çıkacaktı. Jack Kerouac’ın “Yolda”sı ve Allen Ginsberg’in “Uluma”sı dönemin en çok tanınan eserleri oldu. Beat Kuşağı yazarlarının ve şairlerinin ilk eserleri, alışılmadık üsluplarından ve içeriklerinden ötürü sansürlendiler. 1950’li yıllarda bu nedenle onlarca dava açıldı, birçok eser ancak büyük oranda sansürlendikten sonra yayımlanabildi.
1960’lara girilirken Beat Hareketi, Amerikan yer altı gençliğinin öncüsü haline gelmiş ve müzikten sinemaya, şiirden romana her alanda etkisini göstermeye başlamıştı. Dönemin en ünlü müzik grubunun adının The Beatles olması da bu anlamda tesadüf değildir. 60’ların öne çıkan müzisyenleri Beat Kuşağı’ndan ciddi anlamda etkilendiler. The Doors, Bob Dylan, The Rolling Stones, The Beatles, Pink Floyd gibi gruplar yaptıkları deneysel çalışmalarla Beat Kuşağı’nın gelenek yıkıcı-muhalif karakterinin müzikteki temsilcileri oldular. Mülkiyetsizlik-aidiyetsizlik gibi değerleri merkezine koyan Hippiler doğrudan Beat Kuşağı’nın derin etkisi altındaydılar. Amerika’daki 68 hareketleri de eylem pratiğinde Beat Kuşağı’nın tavrına yakın bir duruş sergilemektedir. 1970’li yıllarda Sovyetler Birliği’nin gerilemeye başlamasıyla birlikte muhalif hareketlerde, Avrupa ve Birleşik Devletler’de büyük geri çekilmeler oldu. 60’lı yılların iyimserliği, coşkusu ve deneyselliği yerini 80’lerde sanat da dahil olmak üzere her şeyin tekdüzeleştirilmeye çalışıldığı, gerici bir döneme bıraktı. Bu değişim, Beat Kuşağı’nın pratikte sonu olacaktı. Sovyetler Birliği’nin çöküşünü, kapitalizmin ebedi zaferi olarak yorumlayan emperyalistler, sistemin gerici değerlerini dünyanın dört bir yanına empoze etmeye devam ettiler.
enjolras
Neo-Beat