Anlamlı olmalı bu bana olanlar dediğim, yer yer de öyle anlamsız hatta can sıkıcı gelen şu anlar. Birer hüznün, birer heyecanın, birer beklentinin, birer hayat amacım neki’nin söylentili hisleri.
Açık pazarda gibiyim, her şey çok güzel. Cazibesine kapıldığım, yapmak istediğim işler güçler. Bir an varsa bir başka an gelip yok olan istekler. Hayalin aurasına girdiğim ilk saatler, sanki bulmuş gibi olup geçen her saatte yok ya, demeye başlıyorum. Bu değil.
Bugünlerde bilmiyorum kelimesini çok sık kullanıyorum. Hem olasılıklara kapılarımı kapatmamak için gelecek olanı sınırlandırmamak adına hem de gerçekten bilmiyorum; şu sıralar ben ne yaşıyorum? Bir değişim sürecinde olduğum net ya da şöyle söyleyeyim bugüne geldiğim her şeyle yarına gidecek miyim, diye soruyorum. Bunlardan hangisiyle devam edeceğim, hangisine ya da hangilerine veda edeceğim. En baskınlardan biri halihazırdaki işimi yapmak istememem. Evet bu net! Peki ne yapmak istiyorum, diye soruyorum kendime. Daha doğrusu ben sormasam da içinde bulunduğum haller sordurtuyor, bir baltaya sap olabilecek misin, diye. Sorular ardı ardına devam ederken varoluşsal bir yerde buluyorum kendimi ve soru geliyor; ben kimim? Bugüne kadar kimdim, deyince cevap çok. Bugünden sonra kim olacağım sorusu ise derin, öyle laklak yanıtlanmayacak kadar kıymetli ve meditatif bir hâl istiyor. Aslında ben kimim sorusuyla aynı soru.
Büyük bir parkın içindeyim. Çeşitli kuşların arasında özellikle kargaların ve rüzgârda yaprakların çıkardığı sesler kulağımda, uzaklardan denizin getirdiği insan kahkahaları da. Elim, saman rengi kağıdın üzerinde, bıraksam uçacağını biliyorum. Soframda duble çayım, tostum ve patates cipsim var. Avareyim bu aralar, işine gidip gelen, görevlerini yerine getiren bir avare. Şehri karış karış yürüyüp bugün dünden farklı ne göreceğim, diyen bir başıboş. Bazen böyle ağaç altı bir masa bulup oturduğum da oluyor.
İçinde bulunduğum hâlleri anlattığım birisi bana şunları söyledi: “Bak, ben de işimi bıraktım ama bırakmadan önce başka bir işin hazırlığını yaptım. Tamam, artık oldu, dediğimde de ne gerekiyorsa onu yaptım.” Haklı olabilirdi, haklıydı. O gün çok analitik gelen bu yaklaşıma henüz kalbimin sesini duymak istediğim bir yerdeyken cevap vermedim ama şimdi söyleyeceğim şeyler var: “Ben yürümek ve yazmak istiyorum; şehirde, ormanda, dağda, hac yollarında, çölde, her yerde… Hazırlığa gelince, 11 ayımda yürümeye başladım. Yazmayı 7 yaşında öğrendim, 24 yıldır yazıyorum. Al sana hazırlık!” Bu işin şakaya vurduğum tarafı. Asıl olan ise kendimi bildim bileli sokaklarda, yollarda, dağlarda ayaklarım yara olana kadar yürüyüp ilk durakta oturup yazdığım.
Bir keresinde on altı saatlik bir Aladağlar-Demirkazık zirve tırmanışında sadece bir iki saat mola verdiğimizi hatırlıyorum. Benim botum şehir botuydu. Kalan on dört saatlik o yürüyüş sürecinin bir kısmından sonra ayaklarımın varlığını unutmuştum acıdan. Öyle ki birinin parmağını şıklatıp, buradasın, gözlerini açabilirsin, demesi gerekmişti.
Son olarak şöyle bir imajinasyonum var: “İlahi(kendi ruhun da olabilir, adı her neyse) olanla dünyaya gelmek üzere anlaşma imzalamam gerekiyormuş ve ben bütün dünyayı yürüyebildiğim kadarıyla yürüyeceğime ve olanları yazacağıma söz veriyorum.”