O gece kıvranıp durduğum yatağımda bütün gece tavanı seyretmiştim. Geceyi sabah ederken bulanık zihnime bir fincan kahve dökmek için yataktan çıkıp mutfak masasına kurulup bilgisayardan günün akışına bakmak için açtığımda ekranın tamamını onun resmi kaplıyordu, bir bahar ayında park’ta çektiği fotoğraflar, gülümsemesi… bir dakika yirmi üç saniye süren bir video spikerin anlattığı sahneyi hayal edebiliyorum: Cesedi karanlık banyo zemininde, biraz kan lekesi, ilaç… Ama muhabirin anlatmadığı bir şey vardı, ben hayal etmeyi başardım: Onun acısıydı, hepsi orada, siyah zeminde, duvarlarda sivri uçlar. bir dakika yirmi üç saniye
Bir acı, hissetmeye başladığım ve yaşamama izin vermeyen bir acı.
Uzun bir süre oturdum, spiker sustuktan sonra bile, gazetenin bittiğini duyurmasından sonra bile, bitmek bilmeyen reklamlar, diziler, filmler başladıktan sonra bile… Hareket edemedim, kıpırdamadan oturdum. Birden soğuyan mutfak, sessizlik. Kendi kanatlarını koparmış ve onlarsız uçmaya karar vermiş, düşmüş, kırılmış, ölmüş, kendini öldürmüş..
Uzun bir hareketsiz saatlerin ardından ayağa kalktım ve yavaşça odaya yürüdüm. Yazmaya başladım. Ardı ardına soğuk kahve fincalarını dizdim, içtikçe acıyı zihnime döktüm.
Keşke bugün yaptığım sıcak ve acı kahvenin birini soğumadan sana uzatabilsem ve sabahın ne kadar soğuk olduğundan söz edebilsem. Sizi tanımıyorum, kendi düşüncelerinizden kurtaramadığım için beni bağışlayın…