2010 yılında başlayan ve yapımcılığını Martin Scorsese ile Mark Wahlberg’in üstlendiği Boardwalk Empire, beşinci sezon sonunda geçen hafta ekranlara veda etti. Terazinin iki kefesine dizinin iyi ve kötü yanlarını koyduğumuz zaman iyi taraflar daha ağır basıyor ama “bundan daha iyisi olabilirdi” diyebiliriz.
Nelson Johnson’un Boardwalk Empire: The Birth, High Times and Corruption of Atlantic City romanında uyarlanan Boardwalk Empire yayına girmeden önce izleyicileri en çok heyecanlandıran unsur, şovun arkasında Martin Scorsese’nin yer almasıydı. Onun eşsiz sinematografisi ve gangster hikayelerini görselleştirme konusundaki yeteneğine söyleyecek lafımız olmasa da gözden kaçan unsurlardan biri de dizinin yaratıcısı Terence Winter’ın varlığıydı. Winter, 2007’de sona eren The Sopranos’un da yaratıcısı olarak zengin bir karakterler geçidi yaratma konusunda oldukça yetenekliydi. Her ne kadar hikaye Atlantic City’de politik figür olan Nucky Thompson’un içki yasağı dönemindeki yükselişini ve gücü tek elde toplama çabasını ele alıyor olsa da bölümler ilerledikçe dizi gerçek ve kurmaca karakterleri ile oldukça canlı bir yapıya büründü.
18 milyon dolara çekilen ve bizzat Scorsese tarafından yönetilen ilk bölüm şüphesiz izleyiciyi ikiye ayırmıştı. Sonuçta dizinin ve filmin matematiği farklıydı; Goodfellas ya da The Godfather gibi olay temelli bir hikaye yerine daha çok karakter psikolojisine önem veren ve çok farklı kollardan devam eden bir anlatım tarzı vardı. Bunun sonucunda aksiyon bekleyen izleyici zaten diziyi takip etmeyi bıraktı. Boardwalk Empire’ın bölüm başına izleyici sayısı ABD’de nadiren 3 milyon kişi sayısını aştı ve 2 milyon civarında seyretti (Gerçi HBO’nun dizileri, True Blood’u bir kenara bırakacak olursak aşağı yukarı bu civarda izleyici topluyor). Buna karşın gerçekçi bir dönem draması izlemek isteyenler kendilerine yeni bir ev bulmuş kadar mutlulardı.
Öncelikle dizi teknik açıdan başyapıt seviyesindeydi. Set tasarımından sinematografisine kadar gerçekten de işinin ehli bir ekip mevcuttu. Atlantic City dışında özellikle New York ve Chicago’da çok fazla dış çekim yapılmamış olması elbette büyük bir eksiklikti. Fakat bu dönemde yasadışı ilişkilerin genellikle iç mekanlarda (ofisler, mahkemeler, hapishaneler, lokantalar vs.) kurulduğu düşünülürse bu tercihin mantıklı tarafları da vardı. Genellikle infaz ve çatışma alanları olarak kullanılan dış mekanlar ve açık araziler ise kapalı mekanlarda biriken gerilimin dışa vurulduğu alanlardı. Yine de dizinin beşinci sezonundan itibaren kullanılan flashbackler aracılığıyla Atlantic City’nin (özellikle rıhtım kısmı) gelişimini görmek heyecan vericiydi. Sinematografik açıdan ise bir dönem dramasından beklenmeyecek ölçüde yaratıcı kadrajlar, kamera hareketleri, ışık ve kurgu kullanımı mevcuttu. İktidarın sürekli el değiştirdiği anlatıda alt ve üst açılar; yer yer de yüksek açı çekimlerin kullanımı oldukça iyi ayarlanmıştı. 20. yüzyılın başında New York’ta ortaya çıkan ve gerçeği olduğu gibi resimlerine aktarmaya çalışan Ashcan Okulu ressamlarının tablolarını hatırlatan ışık kullanımı, iç çekimlerde dışavurumcu bir güçlü kontrast kullanımı ile yer değiştiriyordu. Hatta dizinin son sezonunda, özellikle Nucky karakterini ele alırken büyülü gerçeklik akımından etkilenerek izleyicinin kafasını karıştırmaya yöneldiğini söylemek mümkün. Bölümlerin açılışında kullanılan, görüntü ve seslerdeki zincirleme geçişler de gerçeklik algısını etkileme yönünde önemli işlev üstlendiler. Dönemi yansıtan müziklerin günümüz sanatçıları (Matt Berninger, Regina Spektor gibi) tarafından seslendirilmesi de güzel sürprizlere gebeydi.
Dizinin senaryo kısmı etkileyici olsa da özellikle son sezonla ilgili alınan kararların hikayeye bir nebze darbe vurduğunu söylemek mümkün. Steve Buscemi tarafından başarıyla canlandırılan Nucky Thompson karakteri her ne kadar dizinin amiral gemisi olma ve farklı kollardan ilerleyen hikayecikleri birbirine bağlama işlevini üstlense de yan karakterlerin çok fazla hakkının verilemediğini söylemek lazım. Bu konuda Terence Winter ne düşünüyordu bilmiyorum ama sanki dönemin zengin anti-kahraman bolluğu ve oyuncuların üstün performansı bazı noktalarda Nucky’nin hikayesini bile gölgede bırakacak kadar iyiydi. Zaman zaman bu karakterlerin hikayelerine yönelmek de bu sefer Nucky’nin hikayesinden kopmamıza neden oluyordu. Dördüncü sezonda safların iyice belirlenmesi ile-ki bana göre 2. ve 4. Sezonlar başyapıt niteliğindedir- bu sorun biraz aşılır gibi olsa da 5. sezonun sadece 8 bölümden oluşması ve bir de flashbackler aracılığyla Nucky’nin geçmişinin aydınlatılması dizinin pek tatmin etmeyen şekilde sonlanmasına neden oldu. Hikayeyi dairesel bir süreç olarak ele aldığımızda final sezonunda bu daireyi tamamlayabilen tek karakter Nucky (ve biraz da Gillian) oldular. Onun dışında Chalky White, Valentin Narcisse, diziden uzun süre koptuktan sonra bir anda karşımıza çıkan Margaret gibi karakterler biraz senaryo kurbanıydılar. Al Capone şova dinamizm getiren bir karakter olsa da oğluyla ve ailesiyle olan ilişkisi çok havada kaldı. Belki de en talihsiz karakterler ise Arnold Rothstein ve J. Edgar Hoover’dı. İkisi de son sezonda 1-2 kelimeyle anılmaktan öteye gidemediler.
Yine de senaryonun dağılması ile ilgili sıkıntıları toparlayan ve bir nebze görmezden gelmemize neden olan unsur inanılmaz oyunculuk performanslarına şahit olmamızdı. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki Boardwalk Empire’ın oyuncu ekibi, son birkaç yılın en iyisiydi. Steve Buscemi kendisini kanıtlamış ama genelde yardımcı rollerde kalmış bir oyuncu olarak ne kadar iyi bir başrol olabileceğini yeniden kanıtladı. Trainspotting’den hatırladığımız Kelly Macdonald ve Michael Pitt de Buscemi’nin karakteri ile iyi bir uyum yakaladılar. Şüphesiz Martin Scorsese ile çalışmak bazı oyuncuların da önünü açtı. Rothstein rolünde Michael Stuhlbarg, A Serious Man ile yakaladığı ivmeyi daha üst noktalara çıkardı. Lucky Luciano rolü için –gerçeklere dayanarak söylüyorum- fazla yakışıklı kalsa da Vincent Piazza, öfke dolu karakteri iyi yansıttı ve en son Jersey Boys filminde harikalar yaratmaya devam ediyordu. Dizinin en sevilen karakterlerinden biri olan Richard Harrow’u canlandıran Jack Huston, yeni Ben-Hur filminde başrolü kaptı. Rahatsız rollerin adamı olan ve Ajan van Alden’a hayat veren Michael Shannon’u son Superman filminde General Zod olarak izledik. Stephen Graham, Shea Wigham, Michael Kenneth Williams ve Gretchen Mol gibi oyuncular da karakterlerini bir değil, birkaç adım öteye taşımayı başardılar. Son olarak diziye oyunculuk dalında tek Emmy ödülünü kazandıran, Gyp Rosetti rolündeki Bobby Cannavale’ye şapka çıkarmak istiyorum.
2010’dan bu yana devam eden dizi, bir televizyon şovunun neler yapması gerektiğini bize gösterdi. Gerçek olaylara bağlı kalınarak anlatılmak istenen klasik bir hikayenin, teknik yeniliklerle ve dokunuşlarla nasıl ufuk açıcı ve komple bir yapıma dönüştürülebileceğini deneyimledik. Evet, bahsettiğim gibi senaryo uzun vadede sorunluydu ama sonuç olarak HBO’nun bu gövde gösterisi hedef kitlesini buldu ve kanalın prestijini de oldukça yükseltti.
Batu Anadolu