Kendi çevremde de insan kötülüğe meyillidir derim hep ama her seferinde kötülüğün bu kadar gerçek, bu kadar esrik ve bu kadar uçsuz olduğuna şahit olmak günden güne tüketiyor insanı.
Bilmiyorum… Birey, toplum, insanlık; her şey ve herkes daha da kötüye gidiyor.
*
Kırık camlar. Işıltılı yüzler. Gölgeler, boy boy gölgeler. Kalemi terk ediyorum. Işığı ve sesi de.
Bize ne oldu?
Şafak vakti tenimizin ürpertisinde dolaşan aydınlık, geceleri yüzümüzü örten karanlığa inat perdelerden sızan sokak lambaları. İçimizdeki gökyüzünün mahcup yıldızları… Gelmek bilmeyen uyku, bitmek bilmeyen şarkı.
Bize ne oldu?
Uyku gelmek bilse de, rüyaların sancı sancı büyüdüğü ve o uykulardan nefes nefese uyandığımız vakitlerdeyiz. Gövdemizin ortasında yükselip duran bulantı. Sanki bin fersah ötede, dalgalar üzerindeki o meçhul yolculukların birinde çalkalanıyor gibiyiz. Dünya ellerimizden kayıp gitti. İnkar ediyor bunu her şeye rağmen düzenini sürdürmeye çalışan borsa, reklamlar ve ekranlar. Dünya ellerimizden kayıp gitti ve her şeyi bir kenara bırakan insanlar, bir gün dönecekler eski masumiyetlerine…
Kitap kapaklarıyla muhafaza edilen ve bizi daimi mutluluğa inandıran yalanlar; ne çok konuşulursa, o kadar az… Uçsuz, lekesiz, bembeyaz: yeni bir “yaşamak” arasak?
Bir sabah düşülse yollara, o eski ve güneşli tenhaların gizli neşesiyle. Mesela uysal ve zamanın mahreminde uyuklayan cevherin ateşiyle, yeniden, tertemiz bir doğuşa inansak… Mümkün mü bu? Daima sarfedilen, tüketilen ve asla yerine bir yenisi gelmeyen kelimelerin dilimizdeki avuntusundan bizi kurtarıp, tıpkı yeni bir yaşamak gibi, yeni kelimelerin münbit alemine kavuşmak için elimizden ne gelir?
Kırık camlar. Işıltılı yüzler. Gölgeler, boy boy gölgeler. Kalemi terk ediyorum. Işığı ve sesi de.
Bir meczup, titrek, kalın ve kirli elleriyle siyah gömleğine döktüğü sigara külünü aceleyle temizliyor. Bir kadın gülüyor, bir adam suratıma -sanırım kavga etmek için- dik dik bakıyor. Her zamanki manzaranın içinden bir manzara bu. Kırık camlara basıyorum. Sokak lambalarından sızan sarı bir yangın. Işıltılı yüzler ve sokak boyunca uzanan boy boy gölgeler.
Çocuktum. Etrafımda ilmek ilmek örülen bir dünyanın içinde, cam kırıklarından ve kanımdan sakınır, ışıltılı yüzlere tebessüm eder, gölgeleri doğdukları yerde, karanlıkların içinde mahkum bulurdum. Kalem henüz yazmaz, ışık ve ses ayrı ayrı düşmezdi içime. Kelimeler de yeterdi dilime üstelik. İçimi bir çırpıda açardım herkese. Harfler, kelimelere büyük bir iştiha ile kavuşur, cümleler sonsuzluğa uzanır gibi kurulurdu bende. Belagat için söylenmiş o coşkun ve cüretkâr sözlere kolay kolay kanmazdım bir de.
Her aynanın karşısında durup da “Bana ne oldu?” diye sorardım gocunmadan. Kendim ayrı, yaşamak ayrı bir yerde akar gibiydi. Hep aynı kelimeler birbiri ardınca gelirdi dilime. “Ben” ise “Biz” olmamıştı henüz.
Şimdi…
Hayır! Kelimeler yetmiyor bana. Kalbimin ortasından zamana sıçrayan kan, barut ve infilak… Gözlerinde bin yıllık acılarla, kırık camlara basmaktan korkmadan, yalınayak kendi kıyametine yürüyen bir çağın yoldaşıyım ben.
Farklı, el değmemiş, daha masum ve daha sessiz kelimelerle sormalıyım bir kez daha: Bize ne oldu?
Kalemi, ışığı, sesi terk edemiyorum bu kelimelerle.
*
Penceredeki yansımamdan süzdüğüm çehremle gülen yüzlerden kaçıyorum. Çünkü döndükçe sürat kazanan ve ne zaman duracağını bilmediğim bir çarka dalıp dalıp gidiyor gibiyim şehrin akşamlarında. Gülen yüzler anlamaz ki bunu. Öylece, bir noktaya bakıp duruyorum. İçimde kıpırtısız bir ifade arayışı var.
*
Hayatımda okumak için zamanını beklediğim kitaplar var. Farklı bir zihin akışına katılmak için insanın kendi zihninden emin olması ile alakalı bu bekleyiş. Misal olarak Camus’nun Defterler’i. Artık zihnimi Camus’nun sayfalar arasında hala canlı bulunan zihnine katabilirim. Ya da katabilirdim… Ama olmadı.
*
Dipsiz bir kuyuya kendini bırakma cesaretiyle dalınan hudutsuz uykular… Sonrası bulutlu ve çamurlu gün. Dağın başında kirli, alacalı bir sis. Alımlı derler ya tam da öyle ve bir yandan da tüm ciddiyetiyle akşamın ortasında gelip geçene göz kırpan ışıklı camekanlar… Şayet yürürken ufacık bir hayal kurmaya görün, sizi uyandırmaktan, kendi dünyanızdan çekip almaktan tereddüt etmez bu camekânlar. Artık her manzaraya karışmaktan kendimi alıkoyuyorum. Uykulara, bulutlu ve çamurlu günlere, dağın başındaki kirli sise, ışıklı camekânlara, hepsinden, hepsinden uzak duruyorum.
Eskisi kadar cüretkâr değilim miyim? Aslında eskiden de değildim. “Bu Su Hiç Durmaz” diye diye çocuk gözleriyle bir tınının içinden bana bir şarkı dolusu imalarda bulunan birinin ya da izmaritini tutuşturmak için çakmak isteyen yoksul delikanlının, Cioran ile kafayı bozan dostumun mesela, annemin, kalbimin, geceleri yastığımda sızlayan karanlığımın bende bulduğu şey yarım bir cüretti yalnızca. Böylece beni dev gibi görür, içimde, adeta bir incir çekirdeğine dönüşen kalbimi bilmezlerdi.
*
Eskiden esrik bir halde savruluyordum. Şimdi kendimdeyim ve buna rağmen hiç bir şeyi umursamadan esip duruyorum. Bilerek günah işlediğim ve gül bahçelerine çamurlu yollardan gidildiğine inandığım günlerden; çamurlu yollara ve gül bahçelerine dair inancımı yitirdiğim, kaldırımlar üzerinde terli başımın ağrısına teslim olduğum günlere ulaştım. Böylesi hakikattir işte. Hatta hakiki teslimiyetin doruğu budur. Artık ne bir estet, ne bir dekadanım ben. Yalnızca hakikatin yüzüne bakmaya cesaret eden bir zaman yolcusuyum. Ne kıta felsefesi ne de analitik felsefe; ne petekten bal süzercesine itinayla ve iştahla zamanın içinden süzülmüş o şahane besteler, ne sayfa sayfa kitaplar, ne satırlarından ay ışığı sızan şiirler umrumda değil artık. Bu kaldırımlar üzerinde yürümekten ve bu kaldırımlar üzerinde ölmekten başka bir amacım yok.
*
Sonbahar sabahının serinliğinden metro istasyonuna sığınmış beyaz bir kedi, metro beklemek için oturduğum banka, yanıma sıçrıyıveriyor. Başını severken kısılan göz kapaklarının ardından çakıl çakıl gözleri. Az sonra metro geliyor ve pantolonuma bıraktığı beyaz tüyleriyle biniyorum. Öylece bakıyor ardımdan. Ne peşimden gelmeye, ne de başka bir yere gitmeye yelteniyor. Hareket etmek üzere olan metronun kapanan kapıları ardından izliyorum onu. Bankın üzerinde oturuyor hala. Merhameti böyle tanımasına hayret ediyorum. Merhamet dünyadaki hislerin arasında en ince ve şeffaf olandır. Onu görmekten ziyade sezebiliriz ancak.
*
Lacivert denizden köpürerek gelen dalgaların kumsalda bıraktığı soğuk ve pürüzsüz ıslaklık. Her bir dalga, bir önceki dalganın ulaştığı sınıra yaklaşmak için çırpınıyor. Islak çakılların üzerinde birkaç pet şişe, izmaritler, kumsalı yoldan ayıran diz mesafesindeki duvarın dibinde soluk soluğa uzanmış iri bir köpek. Denizi laciverde boyayan yağmur yüklü bulutların kıvranışı ve suyun her defasında sanki içimde bir yerlere çarpan sesi.
*
Sabaha karşı 03.23
Karanlık denizin göğsünden başka bir karanlık olarak yükselen tepenin üzerinde bir yanıp bir sönen kırmızı ışıklar. Bıçak gibi keskin bir ayazın içinden çınlayan ani bir parıltı: birkaç martı çığlığı. Saatler önce dolunayın denizin üzerinde uyandırdığı o gümüş, o yumuşak yansı şimdi göğün laciverdinde eriyerek sabahı çağırıyor. Uyuyacağım. Günün son sigarası bu. Gökyüzünün bir yerinden bir anda değil, usul usul bir sabah doğacak, biliyorum. Bir bilinmezliğe doğacak yeni gün. Ve o büyük bilinmezliklerin duvarına bir tuğla daha olacak.