28.1 C
Singapore
Saturday, December 21, 2024

Dönencede Sayhalar: Eylül – 2023

Selimcan Yelseli, Eylül / 2023

İçimde, başlayınca bitmeye de başlayan her şeyin, mutlak geçiciliğine benzemekte olan bir his yuvalanıyor. Bitmek için başlayan bir film, hızlıca içilip, hemen söndürülmek için yakılan bir sigara, daha en başta sararıp düşmek için filizlenen yaprak ve sonunda ölmek için yazılan bir şiir… Hayatım, başlangıcıyla tetiklenen bir son gibi.

*

Yüzümü aynalara, gövdemi bir yolculuk sonunda varılan sabahlara, dönüp duran başımı acı gerçeklere, dudaklarımı itinayla seçilmiş kelimelere, tenimi yağmura ve bıçak gibi keskin bir ayaza çıkaran hep aynı imkansızlık hissi.

*

Küf rengi bir havanın içinden sızan sarı ve tatlı bir ışıkla ellerimi yıkıyorum. Gözlerimi girift çizgilerle sarmal sarmal büyüyen bir kaosun ortasında bıraktım… Nereye bakarsam bakayım, aynı şeyi görmekteyim. Bir şimşek süratiyle ansızın gelen kötü haberlerim var. Sesimi boğmaya muktedir duvarlarım, bazen ciğerlerimde boğulan nefesim… Bir de sabahları, her uyandığımda içimde tuz buz olarak kırılan ümidim. Geniş, tasasız ve ılık bir zamanda, beni bekleyen zaruri kıyametleri ve içimde acı bir safra gibi büyüyen varlığı unutarak, mesela bir dağ başı ürpertisinde ya da bir Rilke şiirinde, gözlerimi kaostan kurtarıp yeniden seni göreceğim günü bekliyorum.

*

Zaman ve mekan arasında uzanan ipler öyle bir gerilir ki, bir meczubun tebessümü o iplerin üzerine keskin bir bıçak gibi düştüğünde, artık infilak ederek kopmaktan başka çaresi yoktur. Geriye kalan ise, büyük bir felaket sonrası tozu toprağı üzerinden silkerek yeniden kutsal yaşama kavuşmayı dileyen ruhların, büyük bir şaşkınlıkla ayağa kalkma gayretinden başka bir şey değildir.

*

Çocukluk rüyalarımdan birinde çam iğneleri vardı, hatırlıyorum. Rüyamın tesiri olmalı, parmaklarımın ucuyla bu sakin yolun kenarında bulunan çam ağaçlarından birine istemsizce uzanıyor ve bir çam iğnesini yavaşça kökünden koparıyorum. Bu incecik iğneyi dudaklarımın arasına alıyor ve ellerimi cebime sokarak ağır ağır sürüklüyorum kendimi. Çam iğnesinin özünden sızan o buruk tat dudaklarıma yayılıyor. Yüzüm sarı ve tatlı bir akşam güneşinde yıkandığına göre batıya doğru yürüyor olmalıyım.

*

Akşam vakti insanların doldurduğu daracık sokakta adım atmaya çalışıyorum. Zonklayan şakaklarımda damla damla ter… Kalabalığın arasında, köşede bir kitapçı tezgahı olduğunu görüp aceleyle yelteniyorum… Birkaç kötü tarih kitabından başka bir şey yok. Kendimi yeniden kalabalığın arsız akışına bırakıp, neredeyse bir vecd haliyle adım adım ilerliyorum. Sesler büyüyor; kimi zaman keskin, kimi zaman daha tok seslerle havaya saçılan kelimelerin sıcak tenime yayıldığını hissediyorum. Ölüme dair en güzel şiir, kalabalıkta sarf edilen ve tenime yayılan bu tesadüfi kelimelerle yazılabilir.

Mahşer böyle mi olacak?

*

Seni ilk defa bir duvar saatinin altında dururken görmüştüm.
Ne tesadüf ki, yıllar geçse de hep aynı yerde, başka bir duvar saatinin altında varlığımı kanıyla besleyen o kutlu sebep oturuyor. O duvar saatini oraya yarım asır önce başka bir varlık sebebim asmıştı üstelik…
Bir ihtiyar, titrek elleriyle bana duvar saati şeklinde tasarlanmış nostaljik görünümlü bir masa saati hediye ediyor. Onu sana veriyorum.

Zaman benimle alay mı ediyor? Onu, akrebi ve yelkovanı arasında çelişen ve daima geçip gittiğini anlamaya mecalimiz olmayan o zehirli tecellisinden, içimize damla damla doldurduğu kendi pişmanlık hissine mahkum etmek isterdim. Ama sanırım o beni, geldiği an pişman olmaya vaktimin olmadığı o büyük ve nihai pişmanlığa, yani ölüme mahkum etmeye kararlı.

Bir saatin altında ölmeliyim.

*

Geceyi, kıvranan bir acıya ve dışarıda küfür gibi esen bir rüzgara teslim edip, ağrılı başı serin yastıklarda avutmak… Dünyanın en yalnız şefkatinde büyümek, bir su gibi kendi yolunda, sessizce akarak yaşamak ve dünyanın en kalabalık çaresizliğinde ölmek…

Varlık budur. Ağlıyor olmayı reddetmenin mağrur diyalektiği de dahildir varlığa; dalgınlıkla, bir ayna karşısında saatlerce kıpırtısız durmak da.

*

Aslında yaşam çetin gerilimlerin ve doğrulan, bükülen, yıpranan etin telaşıdır.

*

Karşımda oturmuş, bir akşam hüznüne boyanan gözlerinle yalnızlığından bahsediyorsun. Ben o yalnızlığı iyi bilirim… Güneşli bir günün sonunda, sarı bir otobüsün içindeki loş aydınlıktan bana doğru uzanan mahzun bir başın hatırasını, ılık yaz gecelerinde mabetlerin açık kapılarından eserek içime dolan o baygın kokuları, saat gece yarısını çoktan geçmişken, karşımda eski bir ifrit gibi dalga dalga uğuldayan denizi, başımda dehşetli ağrılarla saatlerce oturmayı… Altından kirli bir derenin aktığı eski köprüden geçerken, ufukta küf rengi bulutlara dalıp, kahramanca bir ölüme erişme hayaliyle kendimi bilinmezliğe teslim etme arzusunu… Sabahların uğursuzluğunda, yüzüme sert bir fırça gibi hoyratça değen yağmurlarda yürümeyi…
İyi bilirim, her biri benim eski yalnızlığımdır.

*

Yüzüm, sorduğu soruların cevabını duymaktan mütemadiyen çekinen, ama inadına keskin, hoyrat ve ruhu kendi ezelî sermestliğinden vazgeçmeyen bir adamın yüzü değil mi? O adam ki, söylediği, yazdığı, yaşadığı her şeyi artık bilemeyecek kadar, tıpkı delice bir baş dönmesiyle tüm mevcudiyetini yitirenler gibi göklere ve ölüme yakındır. Saatleri, günleri, ayları durdurmak ister, muvaffak olamaz. Sesini kalabalıkların şehvetli umursamazlığında, her daim tazelenen yeni yetme sloganların içinde yitirir. Nefesi istasyonlarda, duraklarda, bulvarlarda, aydınlık ve karanlıklarda kesilir, usul usul söner.

*

Mevsimin değiştiğinden bahsediyorsun. Bundan bahsederken yeni bir boyut demen üzerine itinayla düşünüyorum. Rüzgar camlarda kuduruyor. Sense beyaz bir ışık altında öylece duruyorsun. Gözlerim kitap raflarında dolaşıyor. Şimdiki umutsuzluğumu anlatacak yeni bir kitap arıyorum.

Rüzgar her şeyi kendisine katıp götürmeye muktedir. Sakladığım bazı boşlukları rüzgara vermek istiyorum. Tabiatın bu denli canlı olması ürpertiyor beni.

Yeni bir boyutta itinayla ölmek istiyorum.

*

Günlerden salı mı?

Paslı duraklarda, uzun bekleyişlerde, süratli adımlarda, tozlu pantolonlar ve kirli ellerde biriken bir şeyler var. Harabe halinde uzanan manzaralarda, yanlarında büyük ve yırtıcı iş makineleri bekleyen molozların içinde boz renkli tüyleri yeni başlayan uyuzundan dolayı boğum boğum olmuş bir köpek eşeleniyor.

Boşluk hissine mağlup olmayı düşünmeden yapamıyorum.

Güneşin ince, solgun ve titrek damlalar halinde tenimde çoğalan kıpırtısı, sesimde boğulan o mecburi, o sıradan kelimeler, gözlerimde sabah uykularının kabuslarını çağıran bir teslimiyet. Günlerden salı mı? Boşluk hissine çoktan mağlup olduğumu anlıyorum.

*

Sabah vakti iskeleden insanlar gelip geçiyor. Güneş yüzümün yarısına kurulmuş, yolcu bekleme salonunun bahçesinde oturuyorum. Deniz, karşıdaki tepelerde gizlenen bilinmez bir elden salınmış mavi bir şal misali sanki nazenin bir boyna atılmak için sabırsız, usul usul kıvranıyor. Garson yan masadaki talebe gençlerden bir dal sigara istiyor. Salondaki açık televizyonun yankılı sesinden “Ben Seni Unutmak İstemedim ki” diyen kadın solistin buğulu sesini duyuyorum. Güneş yüzümün yarısında eski bir yara gibi kurulmuş duruyor. Garson sigara istediği gençlerle afaki bir muhabbete girişiyor. Güvercinler kanatlarında bin çeşit renklerle etrafımda dolaşıp duruyorlar. Bir balıkçı takası o kararlı motor sesiyle iskeleye yaklaşıyor.

Müthiş yalnızım.

*

Büyük bir infilak halinde toz duman olmasını beklediğim ihtimallerin, bir anda çatlayıp ortadan ikiye yarılmasını beklediğim taşların, sarsıcı yolculuklarda sınanan sabırların, tozlu güneşle sabah vakti aydınlanmış eşyaların, uykulardan önce tasavvur edilen şeylerin ve vadelenmiş, ayartılmış, avutulmuş yaşamların, samanyoluna kurulmuş dev bir aynadan yansımalarını görüyorum.

Kıvranan bakır rengi ten, süt beyazı kudret, lastik gibi bir sarıya bulanmış korkusuz gerinen ecel, alnımda, fosforlu ve çalkantılı akıbetim.

Başım dönerse,
Dilim tutulur, saçlarım savrulursa,
İçimin sızısı büyürse,
Saatler aynı anda durursa,
Yollar karışırsa.

Ama biliyorum yaşam, en bereketli kısır döngü.

*

Gecenin, yıldız yıldız aklarla ihtiyarlamış şakaklarına, ansızın gelen ağır bir sancı misali mor bulutlar düşürüyor yağmur.

Şimdi geniş bulvarların kirli kaldırımlarında uzanmış kıpırtısız bir gölgeden ibaret gövdelerde, alaycı ve baş döndüren ışıkların altında eski ve hüzünlü bir evin hasretini duyup, çoktan bilinmezliğe teslim olmuşların sessizliklerinde, nefesleri tükenene dek uluyan köpeklerde, ansızın davranan tetik ve inatçı ellerde, huzursuz uykularındaki rüyalarında diken diken bir hatırayı yeniden görenlerde, dünyasını dört duvar bir karanlıkta her gece yeniden inşa edenlerde, bacası tüten çelik çatılı, geniş ve gümbürdeyen fabrikalarda ağrıyan sırtlarını unutmaya çalışanlarda hep aynı his var: Zaman, aslında daha yavaş ilerliyor.

Geceleri, bir de yağmur varsa, ağırlaşıyor zaman.

*

Savur bu genç yaşını,
Eski bir uygarlıktan kalmış gibi,
Büyük ve öfkeli,
Yalnızlıklarla.

*

Çok erken…
Yol uzun…

Dün gece büyük buhranlarımdan kurtardığım cümleler hakkında düşündüm.
Şimdi sabahın uysal karanlığında kahvemi içiyorum.
Bekliyorum, ki beklemek, gidilecek bir yolu içten içe yürümektir.

Büyük buhranlarımdan sağ çıkmış yırtık ve perişan birkaç cümle derliyorum.
Birkaç cümle bazen sonsuz kere ölmektir.

Bu sarmal, bu Ouroboros cesareti, bu ihtiyatsız tavır, bu alkış, bu para, bu takdir, bu perde perde içimde yükselen ölüm…

Ne demektir?

Koca bir zaman gövdemde; hazza, acıya, duaya, yıldıza, açlığa, tokluğa varlığa ve yokluğa aşina gövdemde, öylece düğümlenmiş duruyor.

*

Meydanlarda, bir sefil, bir budala, bir serseri, bir meczup olmak ve her sonsuzluk vadeden hayalin peşinden ölümden kurtulmak istercesine süzülerek kaybolmak.

Yabancı birinin ölümünden haberdar olduğum bir sabah vardı; yağmurlu, puslu kasvetli bir sabahtı o. Şimdi o sabaha benziyor sabahlarım. Ölene yabancı olsak da, ölüme yabancı olamamanın mesuliyeti var sırtlarımızda.

Çünkü bizler, meydanlarda birer sefil, budala, serseri, meczup olan bizler, birbirimize ölümlerle bağlıyız.

*

Ama ben işaretlere açığım. Bakmaya devam ediyorum.”

Ben bakmıyorum. Akışa bıraktım, yaşıyorum. Bu akışta kendi sırrımızı imar ediyoruz.

*

Cennet bir öykünme biçimidir, cehennem ise bir kaçınma…

Başkalarının arzularına cennet hayaliyle öykünürüz. Kendi korkularımızdan cehennem hayaliyle kaçınırız.

Selimcan Yelseli
Selimcan Yelselihttp://selimcanyelseli.blogspot.com/
http://selimcanyelseli.blogspot.com/

Latest

Pitcairn Update (v2.1)

On the 5th of November 2024, exactly one year...

Navigating the Web3 Wave in Singapore

As the plane descended over the shimmering skyline of...

Dönencede Sayhalar: Kasım – 2024

Birbirine benzeyen ailelerde büyümüş, aynı yollardan geçmiş, aynı insanları...

Don't miss

Pitcairn Update (v2.1)

On the 5th of November 2024, exactly one year...

AdAstraa.Net Pitcairn (v2.1) Güncellemesi Başarıyla Tamamlandı

You can quickly translate the update announcement into your...

Adastraa.net – Pitcairn Update (v2.1) Announcement!

We're pleased to announce that a major website update,...

Embracing Mortality, Celebrating Life: “1001 Nights Project”

Embracing Mortality, Celebrating Life: "1001 Nights Project" Raffles Place, SINGAPORE We...

Ad Astra Manifestosu

Bu şiir, 26 Ağustos 2020 gecesi Twitter’da, #perasperaadastra hashtagi...

Dönencede Sayhalar: Kasım – 2024

Birbirine benzeyen ailelerde büyümüş, aynı yollardan geçmiş, aynı insanları sevmiş ve aynı şeylerden nefret etmiş gibiyiz. Karanlıklarımız farklı bir tek. Her şey aynı olsa...

Dönencede Sayhalar: Ekim / 2024

Kendi çevremde de insan kötülüğe meyillidir derim hep ama her seferinde kötülüğün bu kadar gerçek, bu kadar esrik ve bu kadar uçsuz olduğuna şahit...

Dönencede Sayhalar: Eylül – 2024

Sabahlar serin artık. Bulutlar hiç olmadıkları kadar ağır. Çiçekler eskisi kadar gürbüz ve coşkun bir tazelikle baş vermiyorlar topraktan. Renklerin üzerine buğulu, şeffaf bir...

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here