Sessiz kaldığımız yerlerde büyüyen skandallara karşı, onları zamanı gelince bir nevi ıslah etmenin, yani yeri geldiğinde varlığı inkar etmeye kadar varabilmenin mesut vazgeçmişliğine kim katlanabilir?
*
Biraz da olsa düşünmeyi bilen bir insanın bazı geceler uykuya dalmadan önce kendisine sorması gereken soru şu olmalı:
“Gözlerimi, bir daha açılmamak üzere kapatmadan önce göreceğim son şey ne olacak?“
*
Şimdilik iyi niyetlerle ayakta tutulmaya çalışılan vicdan iş görüyor.
Ya sonra?
Şimdilik kapılar ardında konuşulanlara kulak misafiri olunması ayıplanacak bir şey.
Ya sonra?
Ya sonra arz çatlar, zaman istifra eder, gece bulanır, gök kanlı bir yara gibi damar damar açılırsa?
Oradan boşalacak olan her zaman yağmur olmaz.
Sıcak bir sudaymış gibi yaz mevsimlerinin kuytularında gevşeyen etimizi, kemiğimizi, zihnimizi emanet edecek bir yuvamız var mı şimdi?
Sonralar muallak.
Verilen verildi, alınan alındı. Kıyas ve pazarlık kabul etmeyen zaruri bir alışverişin esas kahramanlarıyız.
Yuvamız yok.
Yuvamız hiç olmadı.
Sonsuz yağmur ve sonsuz muallaktayız.
*
İnsan ruhunun kat edeceği en büyük merhalelerden biri, bir gece vakti aynanın karşısına geçip, kendi yansımasıyla tıpkı bir yabancıymış gibi göz göze gelmesidir.
*
Yaraların lisanı da aynı değil. Kimse, kimsenin yaralandığı yerden konuşmaz… Her açılan yara, acıya başka bir lisan verir.
*
Sabahın ilk saatleri… Başımı mutfağın kapısına dayamış, günün ilk kahvesini içmek için suyun kaynamasını beklerken evimin salonunu izliyorum. Salonun perdeleri ardından içeri dolan sarı bir sabah.
Bu sarı sabah ilk önce pencerenin hemen yanında duran ufak çalışma masasında, sonra hemen yanındaki kütüphanede, sıra sıra dizili kitap kapaklarında ve en nihayetinde eski duvar saatinin tozlu camında dolaşarak yüzümün çizgilerine siniyor. Aynaya bakasım yok. Yerimden kıpırdasam, bu sarı sabah bir anda kaybolacak sanki… Gözlerimi kapatıyorum, göz kapaklarımın ardında gölgesiz, uykulu, sıcak ve bereketli bir aydınlık. Bu aydınlık, tarlada çalışana emek, fabrikada çalışana uyku, çarşılara kalabalık, meydanlara zaman, kimsesizlere şefkat ve ölüme yaşam demek.
Kahve suyu hazır. Kendime bir kahve yapmak için mutfağa giriyorum.
*
Sen trenin buğulu camlarında kendini görmeye çalışmadan önce kapıdan aceleyle çıkmış, vahşi bir yağmurun ve otomobil farlarının içinden sabaha karışmıştık. Ben o sabah uyanıp, geceden bir iz gibi odaya yayılan karanlığa bakınca şaşırmış, kalın ve tozlu perdeyi aralamış, sokağa bakmıştım. Sen uyuyordun. Ya da ben seni uyuyor sanıyordum. Sana seslenmedim, hiç bir şey demedim. Gece, sadece sabaha uzanan bir iz değildi çünkü o an. İçimize de kök salan ve gerçeklerin temsili olarak bizi yeni bir yolculuğa; mesela tren camlarındaki buğulara, bozkırlarda yalnızlıklara, dağ başlarında rüzgarlara ve otoyollarda virajlara çağıran mutlak bir yazgıydı. Uyanmanı istemedim. Ebedi gecemizin içinde yola çıkacağımızı bilmemeliydin.
Sonra uyandın. Yapacağım bir şey yoktu artık.
*
Tükenen her şeyin can alıcı zarafeti, geleceğe, hürriyete ve tabiata inandırıyor. Tükenişin şarkısını duyuyorum. Kayalara vuran dalgaların, martıların, sarhoş boşvermişliklerin ve gece vakti, başında avcı şapkası, ensesinde geleneksel tıbbın yara izleri ile gözlerimin içine bakarak beyninin içindeki tükenişini anlatan genç adamın sesini duyuyorum.
Hür bir şekilde tükenen devinim, zaman ve yıldızlar.
Ne hoş, ne zarif, ne müthiş şey tükenmek!