Sabahın bu kirli beyaz aydınlığında, koltukta ters bir şekilde açık bıraktığım Bulantı’nın sırt kapağında bulunan ince ve ufak karartılar halinde hizalanmış satırlarını ve hemen sağ üst köşede duran Sartre’in fotoğrafını görmemezlikten gelip, onun küçük bir mermer kütlesi gibi göründüğünü düşünmekten kendimi alamadım. Işığı kapatmış, az önce içtiğim kahvemin fincanını birkaç saat uyuduktan sonra yıkamak üzere mutfak tezgahına bırakmaya gitmiştim. Kirli beyaz aydınlık salona sızıyor ve eşyaların etrafında, tıpkı denizin az sonra sürati büyük bir fırtınayla doruk noktasına ulaşacak kımıltılarında olduğu gibi bir görünüp bir kaybolan gölgelerin olduğunu hissediyordum. Bu sabah aşina olduğum bu dekor, değişmesi an meselesi olan bir zayıflık, hatta bir yarım kalmışlık üzerine kurulmuştu sanki. Duvarlar ufalanabilir, saatler -Dali’ye öykünerek- eriyebilirdi. Evet, koyulduğu yer olduğu için uzun koltuğun başucu tarafını belirten şu yastık şimdi büyükçe bir taş parçası ve az ilerisinde duran Bulantı tozlu bir mermer kütlesiydi işte.
Camlardan sızan kirli beyaz aydınlık gövdemde gezerken ben neydim? Bir ölü, bir hayal, bir vehim? Merak ediyordum doğrusu.
Bulantı’yı rafa koyup uyudum. Rüyamda elim büyüklüğünde, belki de ondan da büyük bir örümcek, uzun, incecik bacakları ve kahverengi dolgun gövdesiyle salonun balkon kapısında geziyordu.
*
Vitrinler, insanlar, otomobiller. Kendimi bu kadar aylak hissettiğim başka bir gün hatırlamıyorum. Yürürken hangi elin, hangi cepte olmasının toplumsal olarak beden dilinde ne anlama geldiğini düşünmekten, ekonominin gidişatına kadar geniş bir yelpaze açılmış duruyor zihnimde.
Cebimde anısı kendisinden menkul bir fotoğraf yok. Henüz eski bir bahtsız gibi serüvenlerle kendimi imar edecek kadar benliğimin farkında da değilim. Bir masaldan ziyade, bir trajedinin içinde gibiyim. Beni insanlardan ayrı kılacak bir hususiyetim yok. Asırlar boyu sürüp giden ve benden/bizden sonra da sürüp gidecek olan aynı vakaların tekrarıyım yalnızca.
Sadece eski kitapların olduğu o şahane tezgaha bakışlarımı akıtıp, insanların yüzlerini görmemi engelleyecek kadar yoğun bir kalabalığın ve o kalabalığın getirdiği mutlak curcunanın buruk tadını alıyorum. Beni bu yoğun ve ebedi trajediye katan şey bu. Göğsüm karıncalanıyor. Evde olmalıydım.
Bir ara, uzun çarşının içinde, iki büyük gövdenin arasından görebildiğim bir baş. Bu başın bir manken mi yoksa kanlı canlı bir insan mı olduğunu ayırt edemiyorum. Görünüşler yitiyor. Her hududun kaybolması an meselesi.
*
John Lennon’un 1970’lerde demo olarak yazdığı bir Beatles eseri eser gün yüzüne çıkmış: “Now And Then”
The Beatles yıllar geçse de, hatta mevcut bulunmasa da geçmiş mirasıyla tarih yazmaya devam ediyor.
Uzun, upuzun ve sonunda bizi ne beklediğini bilmediğimiz bir yol üzerinde söylenmiş bir şarkıya benziyor bu şarkı. Yol uzuyor, yol üzerinde yoğun bir gren ardından gördüğümüz ağaçlar, tarlalar, az ilerisinde, ufukta birkaç parça halinde dağılmış bulutlar uzuyor. Güneş bir yerlerde olmalı, büsbütün terk etmiş değil yolculuğumuzu. Her birimiz içimize dönük, belki bakışlarımız, bir yolculuk üzerinde nerede hareketsiz duracaksa oraya sığınmış, büyük kaçışların yahut büyük teslimiyetlerin ardından gelen ve her biri mutlak şekilde birbirine benzeyen bir huzura benzeyen umursamazlık başımızda dönüp duruyor.
*
Erich Fromm’un “Sevme Sanatı” kitabının kapağı oldukça hoşuma giden eski bir baskısı elinde… Bana her nedense Zeki Demirkubuz’un Masumiyet filminin afişini hatırlatıyor bu kapak. Önümüzde şeffaf, ufak fincanlarda sade kahveler. Vakitlerden sabah… Yağmur yağmak için fırsat mı kolluyor? Pencereye bakıyorum, deniz kurşuni bir renkte kıvranıyor.
Kitaptaki baba ve oğul sevgisi üzerine konuşuyorsun. Babanın tanrısal ve erilliğinden bahsediyorsun.
*
Lodos sersemliği. Gece, üzerinde tüm sırrını örselercesine sert ve gaddar bir şekilde gezen ve adeta gitgide devleşen rüzgarla uğuldamaktan yorgun düşmüş müdür? Bu dağınık hava, bu perişan ağaçlar, bu kapı altlarından ansızın içeri sızan ürperti, eski ölümler gibi geliyor bana.
Başımda salınan bir ağırlık var. Kafatasımın içinde bir oraya bir buraya çarpıyor.
Kuzey ışıklarının belirmesiyle manyetik alanın tahribi hakkında bir şeyler söylüyorlar. Medcezir gibi bir şey de değilmiş üstelik.
Gözlerim dallarından koparak ve neredeyse bir toz haline gelerek bahçeyi, çatıları ve havayı dolduran sararmış yapraklarda. Gri bulutlar paramparça. Norma operasına adını veren Casta Diva’yı dinliyorum. O ay tanrıçasına yakınıyor, ben kime yakaracağımı bilmiyorum. İçimden yakarmak gelmiyor. Teslimiyet böyle bir şey olmalı.
Şehirler tarifsiz dağınıklıklarıyla gerinip güne başlıyor. Gerinen sokakların birinde olacağım, adımlarım küçük esintileri toplayarak kendi büyük tufanını yaratacak. Yolculuklara böyle çıkılır ne de olsa. Lodos sersemliği geçecek. Tufan başlayacak. Gök kızıl değil, soluk bir hakikatin beşiği olacak. Casta Diva sönecek. Şimdi kızıl ve sarı olan bu küçük kıyamet, renksiz bir ölüme dönecek.
*
Mevsime göre dünyaya hayli yakın olduğunu farz ettiğim güneş, bahçemdeki ağacın iri ve rengi solmaya yüz tutmuş yapraklarında dolaşıyor. Gözlerim kaç ekran olduğunu hayli zaman önce unuttuğum TV’de akmakta olan gündüz kuşağı programlarının skandallarında. Hayret etmiyor, mana veremiyor, sadece boş gözlerle, acılı yüzlere ve öfkeyle çarpılmış ağızlara bakıyorum. Skandalın diyalektiği basittir. Önceden tayin edilmiş toplumsal kurallara karşı kılıç gibi çekilen aşırılıklara, toplum tarafından el birliğiyle organize edilen bir kınama yortusu skandalın ana kutsalıdır.
Aslında skandal yoktur belki de. Sadece skandal sanılan ama insan tabiatının tam da gereği gibi olan ve böyle vuku bulan şeyler vardır. Kötülüğün sıradanlığı mı?
Bir zamanlar, tahta çatılı ve bir köşesinde kuzine sıcaklığı ile ısındığım bir talebe kahvesinde iyi ve kötü diye bir şey yoktur demiştim ve hala da bunu diyorum. Kararlıyım. Şimdi skandal da yoktur dememin rahatlığıyla hiç bir şeye şaşırmamanın sözde bilgeliğini de aldım yanıma. Kötülüğün sıradanlığı üzerine düşünmeye başlıyorum.
*
Uyumadan evvel dışarıdaki iri taneli yağmur sesini de başlangıcına katacağım günlük şeklinde yazılacak bir roman tasavvur ediyorum. Hatta zihnimde yarım sayfa kadar yazıyorum. Uykuya dalıyorum. Uykumda bir sayfa kadar yazmış oluyorum. Tüm uykum boyunca yazmaya devam ediyorum. Uyanınca unutmuş oluyorum.
*
Sakalım ve saçlarıma eski mabetlerin harabelerinden yükselen tozlara benzeyen aklar düşmeden önce koştuğum gibi hayallerimin içinde bir oraya, bir buraya hür ve mağrur; cesur ve atik koşabilir miyim artık?
Güneşli sokak araları, bir yüzün çizgilerinden sızan çocukluğum, üzerimdeki tüm emekler, ilk heyecanlarım, sanki elimde bir balyoz varmışçasına umursamadan kırıp döktüğüm ve karşısına geçip sırıttığım günlerim, kendi elimle mahvettiğim sevgilerim başımda dönüp duruyor.
Her zerrem benden ayrılmak için fırsat kolluyor. Sabahları uyur uyanık yağmuru dinliyorum. Yok olmak istiyorum. Ne yavan, ne sıradan şeyler bunlar. İnsanlığın eski, en eski acılarından beri devam eden bir serüven bu. Varken yok oluruz. Bu kadar basit.
Ona şöyle söylemek istiyorum: “Genç …………., idealist olamadım, bir ideolojim de yok, bir şeyler karalamaya çalışıyorum sadece hepsi bu. Son moda kahveci dükkanlarından ve camekanları ak pak olan o plazalardan hoşlanmıyorum. İçinden sesleneceğim, yani sizin anlayacağınız şekilde kendimi şöyle rahat rahat ifade edebileceğim bir kuyum yok. Neylersiniz? Apaçık ortada olmanın çaresizliğine karşı bir tedbir almadım henüz.“
Şehirlerin ortasında, ölü yapraklar ve tekerlek izleri, küfürler ve karıncalı yüzler, deliler ve akıllılar, kurnazlar ve budalalar, kapılar ve zil sesleri, tedirginlikler ve umutsuzluklar arasında yoğruluyorum.
Benim kanımı asırlar önce dökmüş olmalılar… Sesim kesilmiş bak. Akşam uykularım var sonra. Uyandığımda bir köşeye atılmış, öylece olduğu yerde bırakılmış bir eşya gibi duruyor uzuvlarım…
Tahtaların koktuğu, yüksek camlarının önündeki beyaz mermerlerin kepek ve tozla kaplı olduğu, güneşin son derece cimri bir adam gibi sarı servetinden ancak birkaç aydınlık tanesi bahşettiği resmi koridorlarda, benden kaç kuşak önce olduğunu bilmediğim bir gövde, ırsi bir yalnızlıkla dolaşıp duruyor. Ona da sabandan, topraktan ve güneş altında sızlayan kırışık bir alından miras kalmış olmalı bu.
*
İçim çekiliyor. Zamanı geri döndürmek, bir kayayı yerinden oynatmak gibi bir iş olsaydı yapamayacağımı bile bile yine de denerdim. Oysa zamanı geriye döndürmek için yapacağım hiç bir şey yok. İhtimali dahi yok bunun. Eski azaplara, tanrısal bir cezaya, kefaretsiz bir mahkumiyete benziyor geçmişi hatırlamak ve hiç bir şey yapamıyor olmak.
*
Kamusal alana bulaştıkça başımıza bir şeylerin gelmesi an meselesidir. Kapınız bir sabah vakti çalar ve elinize bir tebligat tutuşturulabilir mesela. Müşterek yararların sağlamlığı üzerine sizi bulan bir bedeldir bu.
Kamusal alanın insan üzerindeki tehlikesi o denli saçmadır ki, bir kere kamusal alanda iz bıraktıktan sonra bilmem kaç kuşak önce yaşamış olan dedenizden kalma bir borç nesilden nesile tevarüs ederek size ulaşabilir.
*
Çarpık yüzlü melekler, ellerimde kan kızılı çamur, ağzını açmış, sanki alevden dişleriyle üzerime hücum edecek bir canavar gibi öfkeyle uluyan ufuk.
Çarpık yüzlü insanlar, ellerimde çamur koyusu kan, ağzı sımsıkı kapalı ve dudaklarına işlenmiş zulmetten ipliklerle mahkum ve suskun gece.
Güneş sırtlarında, çelik rayların etrafında ölmeyi beklercesine duran, oysa tüm bekledikleri, gidecekleri yere onları ulaştıracak bir vasıta olan çaresiz insanlar.
“Diapsalmata” ya da biri öldükten sonra arkasından söylenecek ilk söz. Üstelik hayat tüm neşesiyle, önüne çıkan her engeli kendisiyle birlikte sürükleyen muzip bir akıntı gibi akarken, gerçekleşen bir ölüm umursanmaz çoğu zaman. Ölüm için bir söz kâfidir. İnsanlık tarihi kadar eski bir şeydir bu.
Ya da güneşi sırtlarından atmak üzere olan sabırsız ve cevval adamlar.
Ne çağrıştırıyor az sonra kıyamet gibi bir yağmurun başlayacak olması?
Herkes ölmeyecek mi ne de olsa?
*
Rimbaud / “Rahip Cübbesi Altında Bir Yürek”
Uzun zamandır böyle çarpıcı bir metin okumamıştım. Sarkastik, tutkulu, hüzünlü. Nedense bu metni okuduğumun ertesi günü Dostoyevski’nin “Budala”sı dönüp durdu içimde.
*
İşte yaşamın her daim aşina olduğumuz ama bir türlü ifade edemediğimiz çelişkisi, hakikate var olmaktan daha yakın olan o biricik ve eşsiz teferruat:
Bir İdam Mahkumun Son Günü’ndeki kahramanın ölüm cezası yüzüne okunduğunda güneşli bir ağustos sabahıdır ve aklı mahkeme salonun penceresinden görünen duvarda açmış o ufacık, sarı çiçektedir.
*
Durgun bir suya benzediğimi düşünmekten kendimi alamıyorum. Talihin kara sinekleri, sonbaharın yapraklarıyla bulanmış sathımın üzerinde, zardan kanatlarını telaşla çırparak dolaşırlarken üstelik.
*
Sonra senin sahip olduğun ve bana da -istemsizce- kazandırdığın inceliğin, hayatın içinde benim, senin kırıldığından daha fazla kırılmama sebep olacağını fark ettim. Üzerinde dikkatle durulmasına gerek olmayan bir durumdu bu. Sadece zaman geçtikçe aşınan kendime bir üçüncü göz olarak bakabildim diyelim.
Teşekkür edene teşekkür edilerek karşılık verilmezmiş… Bunu uzun zaman sonra yeniden anladım.
*
Manzarası deniz olan yokuştaki sokak lambalarının bir uçtan bir uca uzanan tellerinde tek başına bir kuş, her akşam hava karardıktan sonra gün doğana dek aynı yere konup o güzel sesiyle hiç durmadan ötüyor. Sesi yokuşun iki yanındaki karanlık apartman pencerelerine çarpa çarpa büyüyor ve sanki şehrin mor bulutlarla kaplı tehditkar ve asi göğüne yayılıyor.
Güzellik sıra dışı ve beklenmedik olunca neden ürpertici olur?