Birbirine benzeyen ailelerde büyümüş, aynı yollardan geçmiş, aynı insanları sevmiş ve aynı şeylerden nefret etmiş gibiyiz. Karanlıklarımız farklı bir tek. Her şey aynı olsa da, karanlıklarımızın dehşeti kendi üzerimize bir kimlik olarak kalıyor. Nereye gitsek taşıyoruz onu.
Sesinin etrafında gece böcekleri, mağlup göklerin o ümitsiz yıldızları gibi eski bir şatafattan miras kalan yarım övüncü katıyorlar cümlelerine.
*
İnsanlar genelde bir şeyleri bir şeylerden ayırmakta zorluk çekerler. Tarihi, akımları, iyiyi, kötüyü, doğruyu, yanlışı ve zamanı. Bu yüzden her yerde saatler vardır. Her yer bir saat mezarlığıdır adeta. İnsanlar zamanı ayırmakta güçlük çekmeseydi saatler olmazdı.
*
İnsan bazen bazı şeylere istemsizce sürüklenebiliyor… Mesela Le Feu Follet’i izlemek gibi. Satie’nin notaları, siyah beyaz Paris ve filmin birkaç sahnesinde aklıma birdenbire esiveren hani Sartre’ın şu meşhur serisi “Özgürlük Yolları”. (Geçen de yazıp çizmiştim bu seriyi, beyhude!)
İzlediğim en yıkıcı filmdi. Alain herkesten uzaktı, içinde bulunduğu dünyadan, hatta seyirciden bile. Bu uzaklık yakalıyor insanı ve bu uzaklık, filmin içinden taşarak izleyicinin de dünyasını yıkmaya yelteniyor.
Cafe sahnesinde, her zamanki gündelik telaşlarıyla gelip geçen insanların yalnızca kendilerinden mesul çehrelerine rastlayan ve o çehrelerin duvarına çarparak kendi içine yuvarlanan Alain. Yıllar önce yaşadığım bir anı hatırlayıveriyorum şimdi:
–Böyle bir hissi daha önce de yaşamıştım. Eski kamu binasının arkasında, mesai saati bittiğinde masalarını daracık caddeye çıkaran o cafede. Yaz akşamıydı. Hayır, ilkbaharın ilk akşamlarından bir akşamdı. Üzerimde deri ceketim ve içimde bir gömlek vardı. Saçlarım dağınıktı. O an gökte asılı kalmış bir parça buluta uzun uzun baktım ve bir insan gençliğine rağmen nasıl bu kadar tükenmiş hissedebilir diye düşündüm.
–Sebebi neydi? Şimdi de saçların dağınık ayrıca.
–Sadece zamanla alakalı bir şikayetim var sanki. Umut etmekle ilgili bir şey değil bu. Bir yerlerde başlayan ve biten şeyler, mesela bir ailenin huzurlu akşamları, uyunacak uykular, bir kabuğa sığınmış gibi güvende ve mahremde olma hissi… İnsan neden böyle hisleri içinde taşıyan, güven ya da mahremiyete bu denli muhtaç olan bir varlık diye sorguluyorum. Beni bu hayatta yoran en büyük şey insanın bu güven ve mahremiyete duyduğu muhtaçlık hissi.
–Bizi diğer canlılardan ayıran şey bu. Yani böyle şeyler.
–Meseleye biyolojik bir perspektiften bakacak kadar nedenselliğe inanmıyorum artık. Gerçi tam da nedenselliğe eskisi kadar inanmadığım için biyolojik bir perspektiften bakmam gerek de, neyse… Şimdi yine aynı örümcek ağının ortasındayım işte. Kıskıvrak yakalandım. İçimde bir yılan gibi süzülen zamanı hissediyorum. Üstelik söylenmiş ve yazılmış tüm romantık şeylere karşı öfkeliyim.
*
Geriye bakmıyorsun. İleriye de baktığın söylenemez. O zaman anın tadını çıkarıyorsun diyenler olabilir sana, muhtemeldir yanılıyorlar. Sen geçmişe ve geleceğe doğru genişlemeye meyilli zamanın ortasında, tam da bulunduğun yerde, ağır aksak ilerlemeye ya da görünmez bir kaynaktan seyrek bir şekilde damlamaya mecbur bir zaman kavramının içinde sıkışıp kalmışsın.
Başın ağrıyor.
Dün gece sığındığın o kalın yorgan hiç de ağır gelmedi sana. İçinde kayboldun o yorganın, tıpkı hiç var olmadığın günler gibi. Uyudun, uyudun… Ninniler okunmadı başında. Yüzünü şefkatli bir el sevmedi usul usul. Derin nefesler alıp verdin, hepsi uzak bir yaz mevsimi gibi sıcacıktı. Gökte bir yıldız olması için gözlerini uyuduğun zaman aldılar senden. Bütün gece gökte, uzaklarda yanıp sönen dünyaya karşı parlayıp durdu onlar. Oysa daha birkaç saat önce, yani sen henüz uyumadan dünyanın bütün karanlığına ve sefaletine şahitti gözlerin. Gökte bir yıldız olunca, dünyanın uzaktan bu kadar masum ve bu kadar aydınlık görünmesine şaşırdılar. Bu şaşkınlık, gözlerin sana geri verildiğinde, yani sen uyandığında dünyaya karşı o büyük yadırgamanın sebebiydi işte. Sen kendini yılgın ve umutsuz sandın. Oysa her şey gözlerinin dünyayı başka bir yerden seyretmesiyle ilgiliydi.
*
Gölgelerle savaşıyorum. Yüzlerce gölge, binlerce şekle bürünüyor. Bana sabah vakti Zweig’in “Dünün Dünyası”nda Rilke’yi anlattığı satırları okuyorsun. Bir parça kek ve bir kahve fincanı duruyor masada. Gölgeler sabah aydınlığında eşyaların arkasına saklanıyorlar. Rilke’nin tebessümü diyorsun, o tebessümü düşünüyorum. Karanlık holde gözlerim kaybolup gidiyor. Gölgeleri buluyorum orada. Destansı değil savaşım, acemice ve korkak. Ansızın ölmek gibi bir kaçış yolu da yok bu savaşta. Oysa adım adım değil birden olmalı sonum. Gölgeleri kuşanan ve gölgelerden arınan zamanın içinden gönül rahatlığıyla kurtulmak, ancak birdenbire gerçekleşecek olan şeylerin sırrında gizli bu.
*
Yüzümü, yansıyan ve yansıyacak her şeyden bir bir toplamalıyım. Bir iz kalmamalı. O yollar ne iyi, ne güzeldi. Yansımaz, akar giderdim.
Yaklaşan ağır kış, yaklaşan hafif son. Serseri bir hayalden ibaretim, yarım yamalak bir varlık, koşulsuz nefret ve sevgiyim, dolaysız bir cümleyim ben. Yansımaların kaybolduğu bir yolun yolcusuyum. Başlangıç ve son değilim. Yalnızca arafta kalmış bir sürek olmaktan başka bir şey yok elimde.
Arafta kalmış, geçmiş ve gelecek bir süreğim.
*
Kaygıyı, gürültüyü, lekeyi ve imkansız arzulara -hislere- karşı çaresizliği bir kenara bırakmak. Bu böyledir. Ne zaman yaşamak üzerine düşünsek, hemen teslimiyete ihtiyacımız olduğunu keşfederiz.
Hatırlıyorum, mavi bir hayalet gibi o taşlı ve ağır avizenin etrafında salınan sigara dumanları arasından geçerek henüz tükenmemiş dimağım ile bir şeylere inanmanın, bir şeylere bağlanmanın saadetini yaşadığım yıllar. İlk gençlik mi? Yaşamak üzerine düşündüğüm anlar, teslimiyeti arar, aradığım yerde bulur ve gönül rahatlığıyla yarınlar adına tebessüm ederdim.
Mevsimin son güneşleri, odamdaki ahşap masanın üzerinde gri bir deniz gibi uzanıyor. Uzak köşede karanlık ve kuytu. Ne kadar yaşamak üzerine düşünsem, o kadar karıncalanıyor gövdem.
*
Bir zamanlar ergenlik akneleriyle kızaran çehremiz, eğitim hayatımızdan zoraki mezuniyetlerle edindiğimiz kağıt parçaları, okuduğumuz kitaplardan içimize takıp takıştırdığımız imitasyon duygular, her akşam bir çatı altında muadillerinden bilmem kaçıncısı olan sosyal platformlardan birinin karşısına kurulup başka hayatlara attığımız kaçamak bakışlar bir kenara; gökdelenler, koca koca ekranlar, büyük camlı evler, heybetli heykeller, uzayıp giden yollar inşa ettik. Yazdığımız kitapların sayfalarına ağaçlar yetişmiyor. Bestelenen şarkılar bir söylendi mi, yer yerinden oynuyor. Artık bir tuşla kendimizi o uzun, o parıltılı o haz dolu boşluğa bırakıveriyoruz. Ama olmuyor. Kendimizi dünya üzerinde tatmin edemiyoruz. Burası yurdumuz değil, burası yurdumuz olmayacak. Elimiz çenemizde, sırtımızda ağrılar, gözlerimizde bir sis, tıpkı bizden öncekiler gibi ölüp gideceğiz. Bir hiç olarak kalacak her şey. Ne yazarsak yazalım, ne söylersek söyleyelim ürkütemeyeceğiz dünyanın içinde soluk alıp veren o ilkel hayvanı.
*
Othello’ya verilen arada köprüye uzanan caddenin icinde vızır vızır yanıp sönen araba farlarını ve az önce yağmış yağmurun akşam parıltılılarındaki canlı ve taptaze yansımasını izlerken düşünüyorum: “Tiyatro kalabalıklar içinde yaban bir hal alan utancı meşru -tanınır- kılmak için kullanılan bir araç olabilir mi?”
Othello’ya dönersek…
İzlediğim Othello’nun kötü bir icrasıdır. Kostümler erkeklerde takım elbise, kadınlarda ise abiye. Gülünç. Dekor ise tam bir facia! Sahnedeki testi yağmurunun şıngırtısından diyalogları duymak mümkün değil. Sahnenin arka kısmında bir tür mekanizmayla asılı duran gotik makyajlı iki melek figürü… Onların arada mırıldandıkları şarkılar ise kulak tırmalıyor. Othello’yu oynayan aktörde ise sakalının arasından saçtığı abartılı hezeyanlardan başka bir marifet yok. Ben Othello karakterini her zaman şöyle düşünmüşümdür: Kendisine bahşedilen ve mesleğinde de ilerlemesini sağlayan zekasını; aşk, tutku ve kıskançlık karşısında diri tutmaya çalışan ama bir türlü başaramayan bir bahtsız. İnsanî her meselede kalbiyle davranmasını bilen ve tam da bu yüzden saf kötülük karşısında gururunun içine yuvalanmış kötülüğe kapılan bir budala. Sadece hezeyan ve evham değildir Othello’yu Othello yapan, aynı zamanda hakikate duyduğu o tutkulu, o vecd dolu inançtır.
*
Sonbahar mı, kış mı? Bilmiyorum. Tek bildiğim yağmurun dindikten sonra ardında hazin bir koku bıraktığı o mevsim bu… Çimen ya da toprak kokusu değil. Nemli, buğulu, eski bir koku.
Geçmişe bakınca anlıyorum, annemin gözleri ilaç poşetlerindeki beyaz kutuların üzerlerindeki yazıları okumaktan bozulmuş, benim karnım geceleri aklıma dolaşan binbir türlü fikrin akan zehrinden dolayı ağrımış, yağmurun ardından duyulan koku, mazimizi hatırlatmak için tüm gücüyle içimize dolmuştur.
*
Bir şehri, geçip giden bahar sonrası şeffaf, gri bir perdenin ardından izlemekle alakalı söyleyeceğim çok şey var. Her şey bir yana, nihâyetinde ne olacağını bilmediğim vakitler gelir aklıma. Gri bir perdenin ardında ceketinin yakalarını kaldırmış, yüzünde bilmem kaç günlük sakalı, uçuşan saçları ve ağzında tuttuğu sigarasıyla dolaşıp duran bir adamın aklına başka ne gelebilir ki zaten? Ne olacağı bilinmeyen vakitler, birdenbire silinip giden insanlar, hatıralar, yalnızlıklar ve düşlerin içinde, güneşi avcunda tutmaya duyulan şiddetli arzu. Rüyalarda gri perdeler yok. Yitirdiklerimiz ve yitireceklerimiz var yalnızca: Zaman mesela. Gri perdenin yerinde beyaz bir saten kumaş gibi ruhumuzun bedeninden kayıp giden ve bizi ne olacağı bilinmeyen vakitler karşısında çırılçıplak kılan zaman.
*
Fırtına kör bir insan gibi gecenin içinde savruluyor ve ıslık çalarak düşüyor. Tertemiz, berrak, umutlu ve sıhhatli bir yaşam temenni ederek gözlerini uykuya kapatmış insanlar geliyor aklıma.
İnsanlar sahiden böyle mi?
Eski bir filmi bir kez daha izledim az önce. Bu soruyu bir kez daha sordum filmi izlerken. İnsanların nasıl olduğuna dair bir fikre sahip olmamak değil mesele. Mesele değişkenliği düşünmek. Değişen her şeyi düşünmek. Düşünebilmek.
*
Yıldızlarda çamur yok. Oysa iz bıraktığımız her yerin bizim olduğu inancına sahip olmak gibi müzmin bir yanılgımız olduğu için yıldızlara çoktan tam anlamıyla ulaşmamış olduğumuza şaşıyorum. Global enstantaneler, bir havalimanı soğukluğu, eski bir politik hamlenin sarsıntısı, skandalların rengarenk ve büyülü dünyası. Benzin istasyonlarından satın alınıp beyaz floresanla aydınlatılan evlere getirilen oyuncaklar, beyaz yakalı lüksler…
Bir de düşkünlük… Bir köşede kalmış ve unutulmuş kirli bir bardak ya da ağzına kadar dolu bir kül tablası gibi bir düşkünlük ama. Sarhoş bakışlar arasında ışıklı bir düşkünlük.
Sabaha karşı, gün henüz aydınlanmadan ışıkları yanan bir ev. O evden çıkarılan ölü. Saç baş yolan ve kimsesiz kalanlar. Ekmek parası kazanmak için ruhuna kadar üşüyen biri. Sesi soluğu sokak lambalarıyla aydınlanan caddenin ıssızlığında devrilerek yiten biri ya da. TV’lerde yeni nesil pragmatizm. Yıldızlarda çamur yok. Kamaşan göğe bakarken kendimi içinde bulduğum o sıcak yaz yalnızlıklarında düşünüyordum bunu. Çamuru, suyu, toprağı ve insanı düşünüyordum. Yıldızlar için gece olmasına gerek yoktu.
*
Nereden almışım bilmem, kapağında Schiele’nin çizdiği Peschka’nın portresi bulunan ufak bir not defteri. İçine -ani gelen bir gece düşüncesiyle- bugüne kadar okuduklarım arasından benim için önemli olan kitapları yazmaya başladım. Şimdilik bu kitapların sayısı kırk.
Aslında kitap okumaya çalışan biri olarak okuma listelerini takip etmem. Çapraz okumalar da yapmam. Okuyacaklarıma neredeyse içgüdüsel olarak yönelirim. Deliler gibi her dakika okuma, mesela bir ayda elli kitap okuma furyasına da hiç yeltenmedim.
Kitap okumak mevzubahis olduğunda birkaç yıl önce genç ve umutsuz bir akademisyen adayıyla yaptığımız sohbettin içinde geçen bir tabir aklımdan çıkmaz: “Steril okuma”. Evet, steril bir okuma alışkanlığım yok. Hatta kirli, dağınık, bir ucundan bir ucuna alakası bulunmayan bir silsile halindedir benim okumalarım. Hep böyleydi. Böyle de gidecek sanırım.
*
Evet dün gece talihsiz bir kaza geçirdim. Sol elmacık kemiğimin hemen üstünde iz kalması muhtemel olan ufak ama derin bir yara açıldı.
Bilinç kaybı zamanın yalnızca kopuk bir film halinde belli sahnelerden ibaret olduğu birkaç dakikadan ibaret. İnsanın hiç bilmediği bir yere kendisini almadan seyahat etmesi. Tatlı ve her şeyden habersiz bir şekilde zihnin kuytularına doğru salınam derin bir uyku. Ve sonra birden bire uyanış. Bilince kavuşulan ilk an gövdeden yukarıya yükselen korku ve şaşkınlık. Zihnin kuytularına ışık ve ses girmeye başlayınca geri dönme hissinin gittikçe ağırlaştığını duyumsuyor insan.
*
Aslında umutsuz biri değilim. Daha yolun başında her şeyin iç yüzünde kötücül bir şey olduğundan şüphelenir ama bu ihtimali görmezden gelirdim. Muhakkak dahil olduğum sistemde ve yaşamın özünde olumsuz bir şey vardı. Yine de bunu yok sayardım. Çünkü bir şeyleri değiştirmeye gücüm var diye düşünürdüm. Yani her insanın kendine inancı olduğu gibi benim de vardı. Ama sonra baktım ki şüphelendiğim şeyler, her şeyi ele geçirecek, yönetecek kadar mühim. Yani olumsuzluk, kötücüllük tamamıyla esas dinamik. Ama iyimserlik benjm kendi benliğimden besleniyor. Benliğimin feragati olmasa iyilik de yok demek. Ama kötücüllük var olmak için benliğime ihtiyaç duymuyor.