Soğuk kış gününün kasveti çöktüğü zaman diliminde uzun otobüs yolculuklarımdan birindeydim. Her mutsuz ve yalnızlık düşkününün yapacağı şekilde arka koltuklardan birine oturdum. Otobüs hareket edeli bir hayli olduktan sonra gözlerimi kapalı gökyüzünün kasvetinden alıp tam karşımda oturan yaşlı bir adama çevirdim istemsizce. Adam 60’lı yaşlarda , kafasının ortası kel , geri kalan yerlerindeki saçları ise kır fakat kaşları simsiyah olan . Yanakları bulldog köpekleri gibi sarkık ve sanki üzerindekyek ütülenmiş gibi duran bir takım elbise giymişti.
Gözlerindeki ifadesiz bakışa daldım ve ağzımı hareket ettirmeden ” Sen azrailsin değil mi ? ” diye sordum bakışlarımla. Yaşlı adam bu soruma karşılık bir daha hiç kırpmadığı gözlerini ağır bir şekilde kapatıp , kafasını hafif bir hüzün ile aşağı eğerken adeta ” malesef ” dedi. Bu mimik hareketi beni aşırı heyecanlandırdı. – diğer ademoğullarının olacağının aksine. Parlayan gözlerim ile ” sonunda , lütfen al beni ” dedim. Yaşlı adamın kaşları çatılıp , büyük fırtınaların habercisi kara bulutlar gibi baktığında ” hayır ” ı anlamıştım. Gözlerini gözbebeğime diktiğinde sanki harfler gözlerinden fırladı ve önümde birleşip ” Tanrı burada kalmanı istiyor ” sırasını aldı. Umutsuzca yalvarışlar içerisindeki gözbebeklerim otobüsün ani titremesi ile kapandı.
Girdiğim sanrının büyüsünden alındığımda , durağıma geldiğimi de anladım. Sanrının etkileri ile otobüsten indim. Ufak bir kaç adımın arkasından , kafamı yukarı kaldırıp tanrıya teşekkürlerimi ilettim ; beni açıkça yanında istemediğini söylediği için. Evimin yolunu tutmak için adımımı attığımda yerin titrediğini hissettim. Kafamı aşağı indirdiğimde şeytanın ilk defa mutlu olduğunu düşünmeme neden , kahkahasına eşlik eden ” ben bile size böyle bir işkence düşünemezdim ” sözlerini duydum. Var oluşu anladım sonrasında : Yeryüzü acılardan oluşmuştu , gökyüzü ise umutsuzluklardan.