Düşeceğiz, parçalanacağız, kaybolacağız ve kaybolacağız ve kaybolacağız ama bu AN hep çok gerçek olacak…
PASİFİK’TE NOVELLA
-Shiva Tandava Stotram-
Zen bilgeleri, öykülerine şu fikri gizlediler: ‘Arayış benim varoluşumdur ve bu yola karşı koymayacağım!’ Bunun adı teslimiyet değildi; bu bir meydan okumaydı. İnsan artık kendini anlatmak için çabalamadığında özgürdür, güzeldir! Stoacının yolu bu!
Üniversite Konseyi Seçimleri
Dukay’da büyük bir fırtınanın yaklaştığı hissediliyor ve histerinin çılgınca yayıldığı günlerden biri yaşanıyordu. Üniversite Konseyi Seçimleri’nin üzerinden üç gün geçmişti. Çoğunluk grubunun adayı ilk turda büyük farkla %47 oy oranına ulaşmıştı. İnisiyatif’in meydana getirdiği ittifakın adayı olan Devin’in oy oranı ise %34 olmuştu.
Seçimin ikinci turunda, küçük de olsa bir şansın olması üçüncü sıradaki aday olan Ada’nın tavrına bağlıydı. Büyük oranda alt kültür çevrelerini temsil eden, özellikle öğrenci topluluklarının desteklediği Ada’nın grubunun oy oranı %10 civarındaydı ve bu grup ikinci turda seçimi boykot etmeye kararlı görünüyordu.
Seçim Stratejisi Toplantısı
İnisiyatif’in seçimde izleyeceği nihai stratejiyi konuşmak üzere yedi kişilik bir grup, üniversitenin unutulmuş amfilerinden birinde toplanmıştı. Seçim kampanyasını baştan sona yürüten ve ikinci tura kalmak için karmaşık stratejilere başvuran ekip de tam olarak buydu.
Devin, seçim kampanyasına destek vermeleri için 10 yaşından beri tanıdığı Taner’i ve Kadıköy’de lise yıllarında bisiklet çetesinde şehrin altını üstüne getiren Bugsy’i Dukay’a davet etmişti. Art arda alınan toplantılar nedeniyle son üç gün çok yoğun geçmişti. Devin uyumaya, bir şeyler yemeye, tıraş olmaya ve seçimle ilgisi olmayan herhangi bir eyleme zaman bulamamıştı.
Toplantı sabahı Bugsy ve Füsun’un; Ada ve grubunu Devin’e destek vermek için ikna etme girişimleri büyük bir başarısızlıkla sonuçlanmıştı.
“Her şeyi denedik” dedi Bugsy amfide onu dinleyen gruba dönerek, “başkan yardımcılığını önerdik ve beş kişilik yönetimde iki koltuk teklif ettik. Hiç ilgilenmediler bile…”
“Yöntemlerimizi çok katı buluyorlar” diye ekledi Füsun.
“Bir yolu olmalı” dedi Devin.
“Aslında son bir yol var” diye söze atıldı Üstün. “Ya da tek yol mu demeliyim… Bunu kendi aramızda son çare olarak konuştuk ve sanıyorum ki açıklama görevi bana düşüyor.”
“Nedir o?”
“Cevabım fazlasıyla matematiksel olacak” dedi Üstün, “duygulara inanmam ama calculusun gücüne inanırım. Clausewitz, Machiavelli veya Sun Tzu’nun önerebileceği bütün stratejilere başvurduk. Lakin karşılık alamadık. Çünkü biz oyunu siyasetin kurallarına göre oynuyoruz; Ada ve ekibi ise politikaya inanmıyor. Ve biz bu araçlara başvurdukça ittifak ihtimali ortadan kalkıyor.”
Amfideki ekip, Üstün’ün sözü nereye bağlayacağını izliyordu. Birkaç saniyeliğine duraksadı Üstün, “Bunu içmeme izin verin” diyerek elindeki beyaz renkli sıvıdan (votka+süt) uzun bir yudum alarak devam etti:
“Bütün hesaplamalar gösteriyor ki geriye tek bir yol kaldı: Duygusal bir bağ kurulmalı! Bütün grubu ikna etmektense tek kişiye, Ada’ya yoğunlaşılmalı! Ve bu iletişim bugün sağlanmalı. Hatta hemen şu an harekete geçmelisin Devin. Bizim son seçenek olarak önerimiz bu.”
“Bu mümkün değil” dedi Devin, “olası senaryoların en tercih edilmez olanı bu… Kazanmak için gözümüzü gereğinden fazla kararttık sanırım…”
“O sınırı çoktan geçtik, artık ya hep ya da hiç!” dedi Üstün, gezegenin bütün kaderinin tek bir nesneye bağlandığı plastik Hollywood filmlerinde olduğu gibi… “Ada’nın grubuna bizden birini yerleştirdik, bir haftadır bütün hareketlerini adım adım izliyoruz.”
Ve Devin’e, Ada ve grubuyla ilgili yazdığı 20 sayfalık raporu uzattı.
“Sen ne düşünüyorsun Taner?” dedi Devin, alternatif bir öneri gelmesini umarak… Konu duygular olduğunda Taner’in Caligula ile Nero arasında bir pozisyonda olduğunu ve herhangi bir duygusal bağlantıya inanmadığını herkes biliyordu.
Taner, durumun kaçınılmaz olduğunu belirten bir ifadeyle Üstün’ü onayladı.
Karar verilmişti…
İlk Konuşma
Sözcükler anlamsızdır ama konuşmak iki kişinin birbirine karşı zaman kazanmasına yardımcı olur. Çünkü geleneksel toplumda iki kişinin sözcüklere başvurmadan saatlerce birbirine bakması çok garip bulunur.
Ada, her Perşembe günü 12.30’da üniversitenin öğrenci topluluklarının konumlandığı binada yakın çevresiyle bir toplantıya katılıyordu. Seçmeli olarak aldığı, üniversitede çok popüler olan Sanat Felsefesi dersine katılmak için 13.15’te toplantıdan ayrılıyordu.
Devin, bütün bu detayları biliyordu. Çünkü yaklaşık bir haftadır Ada’nın ekibinde olan biri aracılığıyla bu ayrıntıları öğrenmişlerdi. Ve telefonuna gelen mesaja göre birkaç dakika içinde Ada’nın kütüphanenin önünde olması gerekiyordu.
Üstün’ün Ada’yla ilgili yazdığı 20 sayfalık dosyaya göz gezdirmişti. Rapordaki bazı anahtar sözcükler hızlıca zihninde yer değiştiriyordu: Shiva, Nouvelle Vague, Jefferson Airplane, Salvador Dali, pop art…
Bugüne dek hiç konuşmasalar da birçok kez karşılaşmıştı Ada’yla… Bir keresinde bir kahve otomatının sırasında görmüştü onu… Birkaç saniyeliğine göz göze gelmişlerdi. Kütüphanede Wilhelm Reich’ın kitaplarını karıştırırken karşılaşmıştı onunla…. Elinde Georges Bataille’den İç Deney’i tutuyordu. Bir mekanın bodrum katında sahnedeki grup, Syd Barrett’ın az bilinen şarkılarından birini çalarken uzak masalardan birinde görmüştü onu… Şarkının onu geçmişine götürdüğü gözlerinden okunuyordu.
Onunla karşılaşınca ne diyecekti? Olası bütün senaryoların seçimi kazanmaya yönelik pragmatist bir hamle olarak algılanacağı açıktı. Yerine getirmesi gereken görev, Devin’in doğasına tamamen tersti. Ne var ki seçimin bu noktaya taşınabilmesi için kendisi ve birlikte yürüdüğü dostları çok fazla fedakarlık yapmıştı. Kazanmanın tek yolu buysa Büyük İrade’ye karşı gelmeyecekti. Öte yandan içinde ultra-nihilist bir ruh taşıyan Ada’yı bu planlarla ikna etmek olanaksız görünüyordu.
Aklından bunlar geçerken Ada’nın onun bulunduğu yöne doğru ilerlediğini gördü. Kombini fazlasıyla minimalistti. Üzerinde Nouvelle Vague yazan siyah renkli bir bol tişört vardı ve kot şort… Mavi renkli bez çantasında 1968’in ünlü “barış” işaretinin sembolü işlenmişti. Küt kesim saçlarıyla Godard filmlerinden fırlamış gibi görünüyordu.
Gözleri kesiştiğinde Ada’nın ifadesinde belirsiz bir gülümseme gördü.
İki insan göz göze geldiğinde, saniyede binlerce elektron birbiriyle temas eder. Bu iki ruhun birbirini tanıma biçimidir.
Ve Devin bütün bu sahnenin yaşanması tesadüfmüş gibi ona elini uzattı: “Merhaba,” dedi, ”seninle daha önce 66 defa karşılaştık. 67’ncide tanışmamız gerekiyordu.”
Ve o, bütün bunlar olağanmış gibi karşılık verdi:
“67’nciyi bekliyordum ben de…”
Tanışmaları biraz zaman almıştı, bu yüzden iletişim sürecinin biraz hızlı olması gerekiyordu. Yan yana yürüdükleri ilk 30 sn. herhangi bir cümle kurmadılar. Sonra “bu tür durumlarda” dedi, Devin, “sözcükler anlamsızdır ama konuşmak iki kişinin birbirine karşı zaman kazanmasına yardımcı olur. Çünkü geleneksel toplumda iki kişinin sözcüklere başvurmadan saatlerce birbirine bakması çok garip bulunur.”
“Belki de olması gereken budur” dedi Ada, “kusursuz iletişimde sözcüklere gerek yoktur.”
Devin ilk defa o an Ada’ya dair bazı detayları fark etmişti. Saçlarının uçlarını maviye boyatmıştı. Kolunda Per aspera ad astra yazan bir dövme vardı. İfadesinin ağırlık merkezi, dudağının sol üstüne gizlenmiş gibiydi.
“Bu dövmenin hikayesi nedir?” diye sordu Devin.
“Anlatsam da inanmazsın. Bu sihrin bir biçimi” diye karşılık verdi Ada.
“10 dk. sonra bir soru soracağım sana. Evet diyeceğini biliyorum.”
“Şarkıdaki gibi: Kimse bilmez, kimse bilmez!” dedi Ada sıcak bir gülümsemeyle…
Heidegger, Sanat ve Metaverse
Uzay-zaman sonsuz sayıda yüzü olan bir zara benzer. Sonsuz sayıda yüzü olan sonsuz sayıda zarın aynı anda atıldığını düşünün… İşte yaşam denilen şey bundan ibarettir (ya da metaverse!)
Ada’nın Sanat Felsefesi dersini aldığı amfinin önüne varmışlardı. İçeride 300’den fazla öğrenci vardı.
“Bu dersi aldığını bilmiyordum” dedi Ada.
“Almıyorum,” dedi Devin, “derslere genellikle girmem, girdiğim dersler ise aldığım dersler değildir.”
“Peki,” dedi Ada imalı bir ifadeyle…
Birlikte amfinin arkalarındaki bir sıraya doğru ilerlemeye başladılar.
Amfiye birlikte girmeleri, bütün salona yayılan fısıltılara yol açtı. Seçim süreci çok yakından takip ediliyordu. Ve şüphesiz ilk turda ikinci ve üçüncü sırada yer alan adayların şu an amfide yer almaları önemli bir gelişmeydi. Birkaçı selamlamak için elini kaldırdı. Devin karşılık verdi.
En sonunda yerlerine geçtiklerinde, “bu seni rahatsız etmiyor mu” dedi Ada, “siyaset tam bir saçmalık!”
Bu sırada hoca içeriye girdi. Girer girmez eski model tahtaya tebeşirle üç sözcük kazıdı: Heidegger, Sanat ve Metaverse
“Bugünkü konumuz bu” dedi, “içinizde bunlar üzerine bir şey söylemek isteyen var mı?”
Devin refleksle elini kaldırdı.
Hoca, “gel burada anlat” diyerek onu tahtanın önüne çağırdı.
Devin tahtanın önüne geldiğinde tam olarak ne söyleyeceğinden emin değildi. Ancak 7 dk. sonra Ada’ya bir soru sorması gerekiyordu ve “evet” yanıtını alması için radikal bir hamlede bulunmak zorundaydı. Amfide onu tanıyan öğrenciler bir anomaliye neden olacağını bildikleri için şimdiden sırıtmaya başlamışlardı. Ada ise umutsuz bir ifadeyle onu izliyordu. Ve Devin konuşmaya başladı:
“Her şey Nietzsche’nin modern zamanların en önemli kitabını, Güç İstenci’ni yazmasıyla başladı. Heidegger, Sartre ve diğerlerini harekete geçiren metin buydu. Nietzsche bir çılgınlık anında kozmosun (ya da metaverse’ün) şifresini keşfetmişti. Ona göre uzay-zaman sonsuz sayıda yüzü olan bir zara benzer. Sonsuz sayıda yüzü olan sonsuz sayıda zarın aynı anda atıldığını düşünün… İşte yaşam denilen şey bundan ibarettir (ya da metaverse!)”
Bu sözler üzerine amfide bir uğultu koptu. Elini kaldıranlar, soru soranlar ya da sadece konuşanlar… Devin devam etti:
“İki insan karşılaştığında, daha ilk saniyede birbirlerine ilişkin bütün olasılıklar çoktan yaşanmıştır. İletişim, bu olasılıklardan sadece birinin gerçekleşmesine hizmet eder. Sonsuz sayıda yüzü olan zarın sadece bir yüzünün yaşanmasına… Mesela ben X’e 6 dk. sonra bir soru soracaksam, bunun cevabı çoktan verilmiştir. X’in bu soruyu olumlu ya da olumsuz cevaplaması sonucu değiştirmez. X, Büyük İrade’ye karşı koyamaz, karşı koymak istemez… Bu onun yazgısıdır. Peki Sein und Zeit’a (Varlık ve Zaman) hangi gizli mesajı yerleştirmişti Heidegger: ‘Arayış benim yazgımdır ve ben yazgıma karşı koymayacağım!’ Bunun adı teslimiyet değildi; bu bir meydan okumaydı, bütün olasılıklara karşı…”
Bunları bir çırpıda söyledikten sonra tekrar yerine geçti Devin. Amfide hocanın da katıldığı uzun bir tartışma başlamıştı.
Devin, hepsini bir yana bırakarak Ada’ya döndü:
“Üç gündür sanat galerisinde önünde çok fazla zaman harcadığım bir Salvador Dali tablosu var. Cehennemi resmediyor. Nietzsche’nin dediği gibi ‘Tanrı’nın bile cehennemi vardır, bu insana sevgisindedir.’ O tabloda anlamlandıramadığım bir şey var. Sanki bir an için kozmosun bütün şifresi o tabloya gizlenmiş gibi, onda açıklayamadığım bir şey var. Birazdan onu tekrar görmeye gideceğim. Gelir misin benimle?”
“Ne yazık ki bütün gün blokeyim” dedi Ada, “belki son kez gördükten sonra ne gördüğünü bana anlatırsın…”
“Peki” dedi Devin hiç üstelemeden… Ayağa kalktı, “amfinin kapısında 60 sn. kadar bekleyeceğim. Katılmak için hâlâ zamanın var.”
Devin amfiyi terk ederken büyük bir hayal kırıklığına işaret eden bir uğultu yükseldi. Amfidekiler, seçimin ikinci turu için anlaşmanın sağlanamadığını düşünmüşlerdi.
Devin, amfinin kapısında beklerken büyük bir risk aldığının farkındaydı. Kronometreyi çalıştırdı. Ada’nın gelmemesi durumunda devreye girecek bir B planı yoktu.
Sürenin tamamlanmasına saniyeler kalmışken karşısında kendine özgü sırıtışıyla Ada’yı buldu. “Böyle bir şovu kaçıramazdım” dedi Ada, “hadi gidelim!”
Salvador Dali Sergisi
Sen de bak… Benim gibi, sadece bak. Görme… Görmek için kendini zorlama… Görmek zorunlu değil ki…
Metrodaydılar… Devin metroda zaman geçirmeyi severdi. Bazen metronun ilk durağında biner, son durakta herkes metrodan indiğinde o inmez, birkaç tur boyunca gidip gelirdi. Karmaşık düşüncelerin metroda netleştiğini düşünüyordu…
Karşılarındaki camda yansımalarını görebiliyorlardı. Sessizliği bozan Ada oldu:
“Bu metro Arayış’a mı gidiyor sizce sayın Devin?”
“Şüphesiz evet” dedi Devin, “Arayış’ın yükselişinin ardından, sıradan şekilde gerçekleştirdiğim bütün eylemler, işlevsel ve 2. dereceden eylemlere dönüştü. Ian Curtis’in epilepsi nöbetlerinde, Syd Barrett’ın ormanda Emily’i ararken, Morrison’ın Venice Beach’te algının kapılarını aralarken, Waters’ın bir otel odasında duvarın öte yanına geçerken, Lennon’ın Vegas kumarhanelerinde hayatın en dip noktasını görürken ya da Kerouac’la Cassady’nin Route 66’te ilerlerken hissettiği şeyin adı bu. Sartre buna ‘Bulantı’ adını vermişti. İlk yogi Shiva ise meditasyon!”
“Shiva’yla ilgilendiğini bilmiyordum” dedi Ada şaşırmış bir ifadeyle…
“Buda’nın ustasını bilmiyor olmam düşünülemez” dedi Devin, “şüphesiz ki o Hinduizm’e yakın spiritüalistlerin düşündüğü gibi Tanrı değil… Başka bir gezegenden gelmiş bir yaşam formu olduğunu sanıyorum!”
“Bu çılgınca bir teori” dedi Ada heyecanla, “putlaştırmaya ben de inanmıyorum. Shiva benim için kozmosun bir formudur.”
“Bir şarkıda şöyle diyordu: ‘Kozmos benim.’ Bir şiirde ise şöyle: ‘Kozmos sensin!’”
İnmeleri gereken durağa gelmişlerdi. “Şu tabloyu delicesine merak ediyorum” dedi Ada, “itiraf etmeliyim, aklımı çeldin!”
Ada, galerideki birçok tablonun hikayesini biliyordu. Zaman zaman birinin önünde duruyor ve ressamın adını söylüyor… Soyut anlamlar çıkarıyor, bir yandan da göz ucuyla Devin’e bakıyordu. “Sen de bak” diyordu, “Benim gibi, sadece bak. Görme… Görmek için kendini zorlama. Görmek zorunlu değil ki…”
Devin, son birkaç gündür önünde çakılı kaldığı tablonun yanına götürdü onu…
Ada hiçbir yorum yapmadan birkaç dakika boyunca tabloyu izledi, gözleri daha ötesinde gizli olan anlamı arıyor gibiydi. Sonra Devin’e döndü:
“Olası evrenlerin en iyisinde mi yaşıyoruz sence?”
“Hayır, sanmıyorum” dedi Devin, “ama elimizde olan tek evren bu! Bu evrenden çıkış yolu şüphesiz vardır. Ama bulunması zaman alacaktır. Bu bulunma anı, Zaman’ın ölümünden sonra olsa bile!”
“Kendini öldürmeyi düşündün mü hiç?”
“Artık intihar edecek kadar yaşamı ciddiye alamıyorum…”
“Dukay’da bir otel odasının 21. katında, bir balkonda, kendini aşağı bırakmak bir an ya da bir seçim meselesi olduğunda, kendime neden devam ettiğimi sormuştum. Şu an bütün soğukluğuyla o an ne kadar da uzakta,” dedi Ada. “Garip, ama Haziran ayında olmamıza karşın üşüyorum.”
Velveteen Riot Konseri
Aslında onun da -kendisi gibi- buraya ait hissetmediğini ve bugüne dek gereğinden fazla kitap okumuş olduğunu ve sadece çok fazla kitap okuyan insanlarda fark ettiği o uzaklara gitme tutkusunu gözlerinde okuyabiliyordu.
Ada biraz konuşmak için Devin’i Velveteen Riot’un bodrum katında sahne aldığı, Dukay’ın pek popüler olmayan barlarından birine davet etmişti. Spotify’da ayda ortalama 40 kişinin dinlediği hiç bilinmeyen bir gruptu Velveteen Riot ve kimsenin keşfetmediği şarkılar çalıyordu.
“Bu grubu biliyorum” dedi Devin, “Liverpool’da denk gelmiştim.”
“Ne tesadüf!” dedi Ada, “benden başka dinleyicisi yok sanıyordum.”
Bodrum katında Devin ve Ada dışında yaklaşık 10 kişi vardı. Ve Velveteen Riot sahneye çıktı. Ada’yı uzaktan da olsa tanımışlardı. “İlk şarkıyı çok sevdiğimiz bir dostumuz için çalacağız” dediler. Ve 1960’ların klasiklerinden Be My Baby’i çalmaya başladılar:
Şarkıyı dinlerken Ada’nın gözleri ışıldıyordu. Devin’e döndü ve “belki de yanlış bir zamanda doğduk biz” dedi, “1960’larda olmalıydık, 1968’de Paris’i, 1969’da Woodstock’ı görmeliydik!”
“Düşümde Sartre’ın Bulantı’yı yazdığı cafedeydim. Yıllardan 1970’ti. Ve herkes ağlıyordu.”
“O neden?” dedi Ada.
“Çünkü biber gazı atmışlardı.”
“Bu garip hikayeler nereden aklına geliyor” dedi Ada.
Bu sırada siparişi almak için barmaid gelmişti.
Ada vişne şarabı istedi, Devin ise votka+kahve sipariş etti.
“Bu karışımı hiç duymamıştım” dedi Ada.
Kadehler masaya geldiğinde, “denemek ister misin?” diye sordu Devin, Ada’ya…
Ada merakla votka+kahve karışımını eline aldı.
Kupayı iki eliyle tutuşunu ve karışımın gizemini anlamaya çalışır gibi içeceğe bakışını, sonra onunla ilk kez tanışarak bir yudum alışını, büyüyen gözlerle Devin’e bakıp “bunu sevdim” deyişine Devin’in canlı biçimde “yol için bir fincan kahve daha” diye karşılık verişini ve Ada’nın ayağa kalkıp “hadi yola çıkalım” deyişini ve Devin’in “önce biraz daha votka+kahve” deyişini mekandaki kimse anlamlandıramazdı.
Devin; Ada’nın kadehi iki eliyle tutuşunda ve her seferinde ondan bir yudum alırken, aslında onun da -kendisi gibi- buraya ait hissetmediğini ve bugüne dek gereğinden fazla kitap okumuş olduğunu ve sadece çok fazla kitap okuyan insanlarda fark ettiği o uzaklara gitme tutkusunu gözlerinde okuyabiliyordu.
“Kahvenin genleşmesini duydun mu hiç” dedi Devin. “Kuantum teorisinin doğruladığı gibi kahve başta iklim olmak üzere çok sayıda tepkimeye uğruyor. Kalp ritim hızın ışık hızına doğru yaklaşırken, kahvenin hacminde teorinin doğruladığı biçimde küçülme değil büyüme gerçekleşiyor. Çünkü hız bedenini etkiliyor ve bedenin küçüldüğü oranda kahve genleşiyor.”
“Artık sarhoş olmak için içmiyorum… Kendimi unutmak için… Biraz sarhoşmuşuz, biraz umutsuzuz ve kendimizi unutmuşuz demek için!”
Her saniyede yaşama yeniden başlamış bir ruhun endişesi vardı Ada’nın üzerinde. Ve Devin her saniyede onu yeniden tanıyordu. Barış imgesinin işlendiği Prusya mavisi rengindeki çantasını tutuşunu, elini bordo rujuna götürüşünde, zaman zaman büyüyen gözlerinde görebildiği değişmeyen bir şey vardı.
“Anlattıklarının bir kısmı paralel evrende yaşanmış gibi” demişti Ada. Bunu tekrar ve tekrar söylemişti. Bunu defalarca söylemişti… Ve konuştukça Devin, bunun ilk karşılaşmaları olup olmadığından şüpheye düşüyordu. Bir yanı onu çok yakından tanıyor gibiydi. Karşısına çıkan her detayın bir nedeni olduğuna inanıyordu. Zamanında kalkmayan metro, yanlışlıkla eline geçen bir kitap ve aniden bastıran yağmur… Ve “neden“, sen hazır olduğunda buluyordu seni…
Sahnede Velveteen Riot çalmaya devam ediyordu. Birkaç şarkı çaldıktan sonra Ada’yı sahneye davet ettiler.
Gündelik hayatta çok umursamaz görünmesine karşın Ada daha önce hiç sahneye çıkmamış gibi kararsız adımlarla sahneye ilerledi. Gruptaki arkadaşları akustik gitarı ona uzattılar.
Üstündeki siyah renkteki Nouvelle Vague tişörtüyle ve dağılmış küt saçlarıyla bir Bertolucci filminin içinde gibiydi…
Gitarı eline aldı ve “bu şarkı bütün suç ortakları için ve suç ortağını henüz bulamayanlar için ve suç işlemeye cesaret edenler için!” dedi.
Ve the Gentle Waves’ten çok az bilinen; bir sevgili ya da arkadaş değil de bir suç ortağı arayan bir karakteri anlatan Partner in Crime’ı çalmaya başladı. Şarkının Devin üzerindeki tesiri çok büyük oldu. Sartre’ın Bulantı’nın sonunda pikaptan Some of These Days’i dinlerken hissettiğine benzer çok karmaşık hisleri bir arada duyumsadı. Bu sahnenin daha önce yaşandığına emindi. Lakin bunu açıklamak olanaksızdı.
Şarkının en vurucu kısmında Ada gözlerini ayırmadan gizemli bir ifadeyle Devin’e bakmıştı:
Ve birkaç saniyeliğine eş zamanlı olarak birbirlerinin ruhunun en karanlık dehlizlerine dokunmuşlardı.
Birine herhangi bir nesne değil, bir şarkı veriyorsan ve ‘Bana bunu hiç tanıtmamalıydın, çünkü bu beni yavaşça öldürüyor’ diyorsa; anımsarsın: Ruhunu yaralayan şey bir gün özgürlüğün olacak!
Şarkı bitince Ada tekrar Devin’in yanına geldi. “İfadenin ağırlık merkezi neresidir” dedi Devin, “sağ alt mı yoksa sol üst mü?”
“Sol üst” dedi hiç düşünmeden Ada… Bunu söylerken gerçekten de dudağının sol üstünde bu gezegene ait hissetmediğinin işareti belirdi.
Words of Love
Düşerken, en karanlık noktaya yaklaştığında bir dip daha olduğunu fark ediyorsun bazen… Sonsuza kadar düşmek için bu gezegene gönderilmiş olamayız değil mi?
Mekanda birkaç saat geçirdikten sonra şehir merkezinde yer alan, Ada’nın topluluğunun mikro düzeyde sanat galerisi olarak kullandığı ve bazı küçük toplantılar düzenlediği yere geçtiler. Orta büyüklükteki bu karanlık salon kırmızı renkte loş ışıkla aydınlatılıyordu. Tablolar, malzemelerin istiflendiği koliler, birkaç sandalye ve bütün salonu kaplayan posterlerle birlikte üç kişilik koltuk dışında odada fazla bir şey yoktu.
“1960’lardan bir şey çalmak istiyorum” dedi Ada, “biraz müzik bize iyi gelecek…”
Ve pikabın yanında sıralanmış plakları incelemeye başladı. İçlerinden birine gelince durdu: “Bunu arıyordum. Sanırım biraz mutlu olacağız… Biraz mutlu olacağız, 60’lara gideceğiz, dans edeceğiz belki biraz…”
Ve the Beatles’ın Words of Love coverını pikaba yerleştirdi. Şarkının ilk notalarının duyulmaya başlamasıyla tarifsiz bir mutluluk Ada’nın ifadesine yayılmıştı. Müziğin etkisiyle yerinde duramıyor gibiydi. Şarkının alçalışına ve yükselişine göre kendi yörüngesinde hiçbir şeyi umursamadan dönerken bir yandan da şarkının insanın içini ısıtan mutlu sözlerini yineliyordu.
Ada’nın dans ederken açığa çıkan patlayıcı coşkusunu görmek Devin’i gülümsetti. Ada’nın hareketlerinde bir yandan izlendiğini bilirken bir yandan da bunu hiç umursamayan bir kızın görünüşü vardı. Kollarını iki yana açmış, bir okyanusta yüzüyormuş gibi yaşamın gizli ritmine kendini bırakmıştı. Ve ona katılması için Devin’e ellerini uzattı.
Müziğin ritmine kendilerini bırakarak dönmeye başladılar. Ada şarkıyı söylemeye devam ederken, bir yandan da baş dönmesinin etkisiyle çığlık atıyordu: “Sonsuza dek bu şarkı çalsın, ben sonsuza kadar onunla dans edebilirim” ve ekliyordu: “Birbirimizi tutarsak düşmeyiz değil mi” ve soran gözlerle anlamlandırmaya çalışıyordu: “Düşerken, en karanlık noktaya yaklaştığında bir dip daha olduğunu fark ediyorsun bazen… Sonsuza kadar düşmek için bu gezegene gönderilmiş olamayız değil mi?”
“İkisi de dünyadan kaçmak istiyordu, sonra birbirlerine kaçmaları gerekti.”
Biraz dinlenmek için tekrar koltuğa geçtiler. Bu iki insanın birbirine çok yakın olduğu ender anlardan birisiydi ve ilk defa o an Devin, onda çok tanıdık gelen şeyin ne olduğunu fark etmişti:
“Ada”, dedi, “Zihnimde gerçekliğinden emin olamadığım, dejavuyu andıran bir anı var. Seninle daha önce de konuşmuştuk. Gece yarısından biraz önce herkesin terk ettiği bir cafede, ‘ellerim hep soğuk’ dediğinde ve içindeki gerilimi biraz olsun votka-kahveyle ya da Pink Floyd’un en çok sevdiğin şarkısıyla bastırmayı denediğinde fark etmiştim asla bu kadar gerçek olmayacağımızı… Düşeceğiz, parçalanacağız, kaybolacağız ve kaybolacağız ve kaybolacağız ama bu AN hep çok gerçek olacak…”
“Yeterince ilerlersek zamanı durdurabilir miyiz?” dedi Ada.
“Belki biraz yavaşlatabiliriz” dedi Devin ve devam etti: “Birkaç saat önce Partner in Crime’ı çalarken sen, bir an için o AN’ın daha önce yaşandığından emindim. Ve orada, hemen dudağının sol üstünde keşfettiğim hiç yaşanmamış bir gizemin başlangıcı vardı. Sahip olduğum en değerli şeyi sormuştun bana. ‘Artık kendim de dahil olmak üzere hiçbir şeyi sahiplenemiyorum ben’ demiştim.”
“Dil çok yetersiz görünüyor şu an” dedi Ada, “yazıyor musun bunları hiç?”
“Bugüne dek 10.000 sayfadan fazla yazdım” dedi Devin, “ama temelde yazdığım tek bir şey var, onun dışında hepsi birer enstrüman veya ana metnin çarpıtılmış fragmanlarından ibaret: Adı Tanrı’nın Cehennemi olan, üç ciltten oluşan 1.500 sayfalık bir roman ya da felsefi bir manifesto… Ne var ki Dukaylılar dışında kimsenin kaldıramayacağı kadar karanlık bir metin o da… Baştan sona sansürlense bile yayımlanamaz.”
“Sonsuz sayıda yüzü olan zar gibi sonsuz sayıda ihtimali barındırıyorsa içinde eğer bir noktasında biz de olmalıyız. Belki de son sahnede ne olacağını bana şimdiden söylemelisin. Bazen yargıya varmak yerine zar atmanın daha doğru olduğunu hissediyorum.”
“Kararsız kaldığında zarı atıp sonucuna bakmamak da bir seçenek” dedi Devin, “o geçiş anında neyi istediğini gerçekten biliyorsun.”
“İtiraf etmem gerekir ki uzaktan seni gördüğümde, daha ciddi bulmuştum seni… Şimdi kendin de dahil olmak üzere hiçbir şeyi ciddiye almadığını görebiliyorum. Siyaset, küresel bunalımlar ve büyük idealleri insanlığın…Neden bütün bunları bir yana bırakıp dünyanın sonuna gitmeyi denemiyoruz. Varsa bir yolu neden çılgın kalabalıktan kendimizi çıkarmıyoruz?”
“İçindeki son kişisel şeyi de yıllar önce yok etmiş birine soruyorsun bunu” dedi Devin, “benim artık bir ismim, geçmişim ya da fiziksel gerçekliğim yok. Ruhumu bedenimden ayrıştırdığımda, Büyük İrade bireysel irademin yerini aldı. Ve yazgımı kaçınılmaz olarak benimsedim.”
“Bu ruhunu parçalasa ve seni yok etse bile mi” dedi Ada çaresiz bir ifadeyle…
“İnsan, bir döngüde iki kere ölemez” dedi Devin.
Konuşmaları gün doğumuna dek devam etti.
“Sanırım bugün üniversiteye birlikte gitmemiz gerekecek” dedi Ada. Üzerinde Nouvelle Vague yazan siyah tişörtünün üzerine kahve dökülmüştü. Devin’e çantasında yedek bir tişörtü olup olmadığını sordu.
“Aslında çantamda hiçbir şey yok ama burada bana verebileceğin bir şey varsa sana üzerimdeki tişörtü verebilirim.”
“Bir şeyler var sanırım” dedi Ada… Tiyatro grubunun malzemelerinin istiflendiği kolileri karıştırırken, Hindistan’da yogilerin giydiği tarzda uzun ve bol bir gömlek buldu. “Bence bunu denemelisin” dedi. Gömleği Devin’e uzatırken sırıtıyordu: “Belki de tekrar sakal bırakmalısın!”
Devin, gömleği üzerine geçirdiğinde katılarak gülmekten kendini alamadı Ada. “İşte şimdi gerçek bir New Age gurusu oldun!”
“Ne demezsin…” dedi Devin,
Ve devam etti:
“Yogayı akrobasiye, meditasyonu koreografiye indirgeyenlerin, Zen’i basit hedonist zevklere indirgenmiş carpe diemcilik ile bir tutanların, kariyer zirvelerinde piyasaya eklemlenme dersi veren şarlatan guruların, sertifikalı nirvanaya ulaşma paketleri pazarlayanların, TikTok’ta ilgi ve dikizlenme açlığı çeken fenomen yogilerin, ‘24 yaşında iki işte çalışıyordum şimdi işe yaramaz bir Instagram fenomeni olarak finansal özgürlüğümü kazandım‘ diye kariyer tavsiyesi veren işlevsizlerin, sıradan hayatlarına adrenalin katmak için endüstriyel turizm partilerinde ucuz pop müziğiyle tepinenlerin ortasında bir yerde gerçekten bu yolu yürüyenler var biliyorum” dedi Devin. Ve kırmızı tişörtünü Ada’ya uzattı. “Bu benim favori tişörtüm, bence siyahtan daha çok yakışacak sana…”
Ada tişörtünü değiştirdikten sonra nasıl göründüklerini yorumlamak için Devin’i yanına, aynanın önüne çağırdı. Ve ikisinin silueti aynaya yansıdığında sıcak bir gülümseme ifadesine yayıldı:
“Sanırım istedikleri bu” dedi, “haydi şimdi üniversiteye gidip şu seçimi kazanalım.”
Devin, Ada’nın sol kolunu tuttu: “Sauron’un dediği gibi ben seni güce bağlayacağım, sen de beni ışığa…”
Bir an için Ada’nın gözleri parıldadı. Sonra usulca Devin’e döndü ve gizemli bir ifadeyle:
“Belki de bir yoldu çağırdığım seni” dedi.
Amfide Karşılama
İfadesizce gülümse sadece… Çünkü senden sana ait olanı alamazlar!
İttifak kararını kendilerine en yakın olan dar çevreye açıklama düşüncesiyle kampüsteki büyük amfilerin yoğunlaştığı ana binaya doğru yola çıktılar. Haziran ayının iyimserliği bütün kampüse yayılmıştı.
“Bugün içimde anlaşılmaz bir coşku var,” dedi Ada parmak uçlarında dans eden bir balerinin ifadesini takınarak, “saatin çok erken olduğunu düşünmesem hemen burada dans edebilirim.”
“Zen bilgeleri en çok da bu saatlerde dans etmeyi tercih ederler zaten,” dedi Devin, “günün başlangıcında gün boyu yaşanacak bütün olasılıkların coşkusu var.”
Devin ve Ada’nın ana binaya doğru ilerleyişi çoktan fark edilmişti. Binaya yaklaştıkça öbek öbek öğrenciler gördüler, onları selamlayanların sayısı çoğaldı. Dün amfide yaşananlar, Devin’in provokatif bir konuşma yaptıktan sonra amfiyi terk etmesi, bir dakika sonra Ada’nın da onu izlemesi bütün kampüste duyulmuştu. İşte şimdi yan yanaydılar ve muhtemelen bir açıklama yapmaya hazırlanıyorlardı. Bu, seçimin kazanılma ihtimalinin doğması demekti ve coşku gittikçe artıyordu.
Binanın girişine vardıklarında içerisinin çok kalabalık olduğunu gördüler. Buraya gelecekleri duyulmuştu ve kalabalık büyük bir kutlamaya hazırlanıyormuş gibiydi. Ada’nın ekibi ve dünkü toplantıda yer alan Taner, Bugsy, Üstün, Füsun ve Carly oradaydı. Heyecan bulaşıcıydı, zafere ulaşma ihtimalinin doğması ise çılgınca…
İçeri girdiklerinde büyük bir alkış tufanı koptu. Daha önce karşılaşmadığı birinci sınıftan bir öğrenci girişte Devin’e sarıldı: “Bu anı çok beklemiştik” dedi.
Bunu dalga dalga binaya yayılan kutlama haykırışları izledi…
Seçim kampanyasıyla ilgili detayları konuşmak üzere Devin ve Ada’nın ekibi ortak bir toplantı için salonlardan birine geçtiler. Ada, iki ekibin birbirini tanıması için şehir dışında bir kamp düzenlenmesini önerdi. İki grubun birbirini en iyi yolda tanıyabileceğini düşündüğünü paylaştı.
Bu öneri herkes tarafından olumlu karşılandı. Sonrasında yer önerileri sıralandı.
Devin uzak bir yerin daha iyi olacağını düşündüğünü söyledi.
Ada’nın ekibinden birisi “ne kadar uzak?” diye sordu.
“Çok uzak” diye karşılık verdi Devin.
İşte iki grubun Pepin Island’a olan yolculuğu böyle başladı.
Pepin Island
Yıldızların yerine hayallerini mi koymaya zorladılar seni, düşlerin yerine korkularını mı, yitirdiklerin yerine avuntuyu, vazgeçtiklerin yerine öfkeyi mi… Savaşmaya cesaret edecek misin, çıkacak mısın benimle yola, çıkacak mısın benimle yola?
Yüzüklerin Efendisi’nin çekimlerinin gerçekleştirildiği Yeni Zelanda, konumunun da etkisiyle hiçbir zaman çok kalabalık gezi gruplarının seyahat ettiği bir yer olmamıştı. Bununla birlikte ülke, dünyada eşi benzeri olmayan birçok yere ev sahipliği yapıyordu. Mülkiyeti kişilere ait olan çok sayıda özel ada, internet sitelerinde satışa çıkarılmıştı. Toplumdan tümüyle izole olan bu adalar, birkaç milyon dolar gözden çıkarılırsa satın alınabiliyordu. Çok daha azına ise bu adaları dönemlik olarak kiralamak mümkündü.
İşte Pepin Island bu adalardan birisiydi. Birkaç kır evi dışında hiçbir binanın olmadığı bu adada sürekli yaşayan kimse yoktu. Çevresinde derin uçurumların uzandığı birçok gizeme ev sahipliği yapan bu ada, orta büyüklükte bir komünitenin kendini kalıcı olarak toplumdan çıkarması için en ideal yerlerden birisiydi.
Topluca bir haftalığına Pepin Island’a giderek böyle bir kamp gerçekleştirmek fazlasıyla fantastik öneriydi. Belki de bu nedenle grup tarafından hiç düşünülmeden kabul edildi. Şüphesiz bunda toplantıda yer alanlar arasında dünyanın en irrasyonel insan formuna örnek gösterilecek aşırılıkta kişilerin yer alması etkili oldu. Seyahat için gerekli geçici pasaportları, üniversite yönetimiyle yaptıkları anlaşma sayesinde ayarlayabileceklerini söyledi Ada. Ancak böyle bir yolculuk ciddi bir lojistik bütçesi gerektiriyordu.
Bu noktada Taner devreye girdi: “Bunu sorun etmeyin” dedi, “ne kadar gerekliyse sağlanacak…”
“Ama nasıl?” dedi içlerinden biri, “çok büyük bir bütçe gerektirecektir bu.”
“Her şeyin/herkesin bir fiyatı vardır” dedi Taner kararlı biçimde, “ve benim en büyük uzmanlık alanım önce bunu tespit etmek sonra ise bu fiyatı ödemektir.”
Bu kesin ifadeden sonra daha fazla soru sorulmadı.
Olabilecek en hızlı uçuş rotasını izleseler de adaya varmaları iki gün sürecekti. Toplamda 15 kişiydiler. Kamp sürecince gerekli olabilecek bütün ekipmanları yanlarında getirdikleri için uçağın indiği Nelson Airport çevresinde hiç zaman kaybetmeden buldukları ilk araçla adaya ilerlediler.
Adadaki ilk günü büyük bir kutlamayla karşılamaya karar vermişlerdi. Çadırların kurulumunu gerçekleştirdiklerinde gün batmak üzereydi. Bugsy, büyük bir ateşin yakılmasına öncülük etti. “Belki de buraya daha fazla kişi getirmeliyiz” dedi Bugsy, “Janis Joplin’in 1960’ların sonlarında herkesi California’ya çağırması gibi burada alternatif bir şehir kurmak için yeterli alan var.”
“Benzeri Minnesota’nın Cosmos isimli kasabasında denendi” dedi Üstün, “sarsıcı sonuçları oldu.”
“Dünyayı değiştirmek istiyorsunuz. Ancak bu tek tek zihinleri değiştirmeden nasıl mümkün olabilir” dedi Ada, “sanırım iki grup arasındaki fikir ayrılığının nedeni buydu. Önce bilişsel uyanışı sağlamalıyız.”
“Bense en kısa yolla ilgileniyorum, en politik olanıyla” diye karşılık verdi Taner, “yeterince zaman yok… Bu nedenle olası senaryoların en aşırısını savunuyorum ben. Stoacının yolu bu!”
“Bu meselelerden önce biraz müzik hepimize iyi gelecek” diye atıldı Füsun. “Bu konuda fikri olan var mı?”
“Bu konuda arkadaşlarla bir sürpriz hazırladık” dedi Ada, “bakalım nasıl bulacaksınız?”
Ateşin yakınında ses sistemi için hazırlıklar yapılırken Ada ve Devin birbirlerini yan yana buldular. Ve Devin, bu an gerçek bir tesadüfmüş gibi Ada’ya elini uzattı.
Ada’nın kendine özgü gizemli gülümsemesi belirdi:
“Siyasi bir tokalaşma mı yoksa bireysel mi… Arayış’a nereden gidiliyor Devin?”
Devin elini geri çekmedi ve daha belirgin biçimde onu tuttu:
“Bu AN çok uzasa fazla mı dikkat çekici olurdu?”
“Belki de” dedi Ada, “bu sefer gözlerimi ilk geri çeviren olmayacağım. Sonuna dek gitmeye kararlıyım!”
Devin’in üzerinde Ada’nın ona verdiği uzun ve bol yogi gömleği vardı. Şans getirmesi için boynuna Ada’nın arkadaşlarının takması için çok ısrar ettikleri Hawaii’de popüler olan çelengi andıran Lei’yi takmıştı ve şu an alışıldık imajından çok farklı görünüyordu.
“Yeni imajını sevdim” dedi Ada sırıtarak…
Onlar konuşurken ses sisteminin kurulumu tamamlanmıştı ve şimdi arka planda çok yüksek seste Shiva Tandava Stotram çalıyordu. Devin, konuşmayı denedi ama ses o kadar yüksekti ki Ada’nın duyması imkansızdı. Bunun üzerine ona duyabileceği kadar yaklaşarak “daha önce söylediğin gibi: kusursuz iletişimde sözcüklere gerek yoktur” dedi.
Müziğin etkisiyle grup şimdiden hareketlenmişti. Yogilerin yogisi, Buda’nın ustası, meditasyonun yaratıcısı, kozmik dansçı Shiva’nın mantrasının ritmi duyulurken, dansa katılanların sayısı hızla artıyordu.
Ada, Devin’e elini uzattı: “Hadi biz de katılalım dansa. Özgür dansa, özgür yaşama ve özgür insana inandığını söylemiştin. Koreografik dansa ben de inanmıyorum artık. Arayış’a buradan mı gidiliyor Devin?”
“Arayış’a buradan gidilmiyorsa başka nereden gidilir bilmiyorum” dedi Devin. Elleri hiç olmadığı kadar sıcaktı ve Ada’nın elini tuttuğunda onda da aynı hissi duyumsadı.
Hiçbir koreografiye dayanmayan çılgınlık hali, adım adım gruba hakim olmuştu. Merkezi her yerde ama çevresi hiçbir yerde olan bir çembere dahil oldular… Şarkının ritmi hızlandıkça enerji yayılıyordu. Bu kontrolsüzce yayılan enerji çok uzun süre devam etti. “Bu kontrolsüz çılgınlığı biz yarattık” dedi içlerinden birisi…
Artık ayakta dikilemeyecek dek bitkin düştüklerinde Devin karşısında tekrar Ada’yı buldu. Üzerinde ona verdiği kırmızı tişört vardı. Histerik dans nedeniyle yükselen toz bulutunun etkisiyle yüzü toz içinde kalsa da gözleri neşeyle parıldıyordu:
“Bu çılgınlık halini seviyorum” dedi Ada, “Jim Morrison gibi adımızı unutacak kadar buna devam edebilmemizi isterdim.”
“Bu bana yabancı bir durum değil” dedi Devin, “bugüne dek en az üç defa adımı değiştirdim ve en az üç defa her şeye sıfırdan başladım…”
“Bir şey yaklaşıyor,” dedi Ada, “büyük, anlamlandıramadığım bir şey… Karanlık ve ürpertici… Ama bu gezegen ondan saklanamayacağımız kadar küçük… Shiva bizi görse ne derdi sence?”
“Yıldızların yerine hayallerini mi koymaya zorladılar seni, derdi bence, düşlerin yerine korkularını mı, yitirdiklerin yerine avuntuyu, vazgeçtiklerin yerine öfkeyi mi… Savaşmaya cesaret edecek misin, çıkacak mısın benimle yola, çıkacak mısın benimle yola?”
“Hiç düşünmeden, hiç korkmadan” dedi Ada bir çırpıda. Devam etti: “Sen bizi güce bağlayacaksın bense seni ışığa…”
Ateşin Başında: Son Değerlendirme
Bir insan hayatı boyunca sadece 1-2 kere böyle bir fırsat elde eder. Aslında kaçtığı kişi o değildir; kaçtığı şey kendi geçmişidir, bilinçaltıdır, özgürlüğüdür…
Çok uzun süren bir dans çılgınlığının ardından grup tekrar ateşin çevresinde toplanmaya başlamıştı. İçlerinde bazıları yorgunluktan ve uykusuzluktan oldukları yere yığılmış, çıplak gökyüzünde çok parlak görünen yıldızları izliyorlardı.
Devin önce Üstün ve Füsun’la merhabalaştı. Füsun birkaç haftadır Ada’nın ekibini çok yakından izliyor, gelen bilgileri Üstün’e aktarıyor, Üstün ise sayfalar süren uzun raporlar hazırlıyordu. “Süreç hakkında ne düşünüyorsunuz” diye sordu Devin.
“Taner ve Bugsy’den insanlar çekiniyorlar” dedi Füsun, “biliyorsun Bugsy zaten tavırlarıyla bir kanun kaçağını andırıyor her an. Taner’in stoacı yorumları ise sık sık gruptakileri dehşete düşürüyor.”
“Onlar benim çok eski dostlarım” dedi Devin, “Taner’i 10, Bugsy’i 13 yaşından beri tanıyorum. Çok fazla risk aldılar bugüne dek. Şimdi karşılarına bir engel çıkmasın istiyorlar. Daha doğrudan ve stoacı yöntemlere başvuruyorlar, hepsi bu… Yıllar önce West Hollywood’da karşılaşmıştık Bugsy ile… Los Angeles’ta fantastik oyuncakların olduğu bir eğlence parkında çalışıyordu Bugsy. Sonrasında oradaki bir kızla aralarında karmaşık duygusal durumlar yaşanmış ve işten atılmıştı. 600 dolara pek güven vermeyen bir araba satın alıp ‘yola çıkıyorum’ demiş ve ona katılmamı istemişti. Ona katılamamıştım ve bu Dukay’a gelişine dek onu son görüşüm olmuştu.”
“Neden yaşadığımız şehirden bahsederken sizden başka kimsenin kullanmadığı garip bir ismi, Dukay’ı tercih ediyorsunuz” diye sordu Füsun.
“Bu çok uzun bir hikaye” dedi Üstün. Devam etti: “Taner, stoacı felsefeyle siyaset sanatını incelediği garip bir kitap çıkarmış, ismi: Politikada Savaş Sanatı. Taner, bu kitap odaklı konferanslara katılıyor. Bir tanesini izleme şansım oldu. O, kalabalık yığınlara değil çelik iradeye inanıyor. Onun hafızası yok, geçmişte neler olduğuyla ve bireysel meselelerle ilgilenmiyor. Gezegendeki insanların %99’unun bu distopyadan sorumlu olduğuna inanıyor çünkü. Ve kendisi gibi buna inanan birkaç kişiyle dünyanın eksenini oynatacağını iddia ediyor. ”
“Siyasi stratejiye muazzam bir katkı” dedi Devin kitap için. “Mevzi savaşında büyük yığınlara, kültürel çalışmalara ve organizasyonlara ihtiyaç vardır. Manevra savaşı ise çok daha kısa, kesin ve hedefe yöneliktir. Ve Taner’in bu konuda yapabileceklerinin sınırı yoktur.”
“Şöyle bir öykü duydum” dedi Füsun, “20.00’de gerçekleşecek bir buluşmaya Taner tam zamanında geliyor. Ve diğer taraf, mekanda olmadığı için 20.01’de mekanı terk ediyor. Neden beklemediğini soranlara, ‘zaman stratejik bir kaynaktır, heba edilemez’ diye karşılık veriyor.”
O esnada onları fark eden Bugsy yanlarına geldi. “Kıyak bir gece oluyor” dedi Bugsy. “Bence buraya yerleşmeliyiz… Daha fazlasını getirebiliriz. Soho’yu, Coney Island’ı, Kızılay ya da Kadıköy’ü buraya sığdırabilirsin…”
“Genelde çok uyuşmasak da bu sefer Bugsy’e katılıyorum” dedi Üstün. “Ama bence böylesine büyük yığınlarla değil de çok daha küçük gruplarla çalışılmalı. Minnesota-Cosmos’taki Matematik Kampı’na katıldığımda 100 kadar kişi vardı ve bence bu bile çok fazlaydı. Uyanış kolektif şekilde gerçekleşir. Bir grubun değerini, gruptaki en nitelikli kişi belirlemez; en niteliksiz kişi belirler. Bu davet gerçekleştirilmeden önce tek bir kişi gerekirse senelerce izlenmeli ve ondan bu vizyona uygun olduğunu kanıtlaması beklenmeli… Gezegende bunu anlayabilecek sadece 10 kişi varsa eğer o 10 kişinin izi bulunmalı.”
Bu konuşmaya tanık olan Taner araya girdi:
“Her koşulda, bu adayı bir şekilde satın almamız gerekecek… Singapur’dan Hawaii’ye uzanan hat boyunca kuşkusuz binlerce özel ada var. Ama Pepin Island, bizim için en elverişli olanı… Araçla havalimanına 20 dk.da ulaşacak kadar merkeze yakın, şehirden tek bir kişinin giremeyeceği kadar izole… Ancak bunun için acele etmemek gerekir. Bu biletle dahil olunan bir festival değil… Sen onlara ‘birlikte dünyayı değiştirelim’ dersin, onlar sana ‘önce biraz daha etkileşim alalım’ diye karşılık verirler. Gösteri Toplumu’nun en vahşi evresindeyiz… Aşınmış etik yasalarının, korkularının, ucuz ilişki formlarının ve yanılgılarının ötesine geçemezler. Böylesine büyük bir ideali çok azı taşıyabilir…”
“Bir şekilde aslında herkes biliyor” dedi Füsun, “bunun hayatlarındaki tek özel fırsat olduğunu ama genelde ürperti daha ağır basıyor. Bir insanla karşılaşıyorsun, bunun bir kırılma noktası olduğunu biliyorsun. Bu yolu sadece onunla yürüyebileceğini… Sonra saçma bir meseleden iletişim kopuyor. 1 yıl, 5 yıl, 10 yıl boyunca ve sonra sonsuza dek…”
“Oysa bu yol sadece o kişiyle yürünebiliyorsa veya bu döngüyü değiştirecek yegane fırsatsa bir şekilde bütün bu duyguları bir yana bırakıp onu kazanmak gereklidir” dedi Üstün, “bu noktada insani duygusallığa yer yok. Bir insan hayatı boyunca sadece 1-2 kere böyle bir fırsat elde eder. Aslında kaçtığı kişi o değildir; kaçtığı şey kendi geçmişidir, bilinçaltıdır, özgürlüğüdür…”
“21. yüzyıl insanı: yağmurun sesini duymak için yeterince özgür değildi,” dedi Taner, “karanlıkla yüzleşmek için yeterince cesur değildi. Uykusuzluğu kahveyle öldürecek kadar yaşama bağlı değildi. Konuşmaya, denemeye ve vazgeçmeye inanıyor değildi…”
Zaman Yolculuğu
“İşaretler kayıp
Avlanmak ise bozgun
Sürmek, yaşamı olmayan bir ruh gibi sonsuzluğa
Uzaklaşmak, uzaklaşmak, uzaklaşmak…”
Grup uzun bir tartışmanın içine dalmıştı. Devin bir süre yorum yapmadan onları dinledikten sonra bazı şeyler üzerine daha detaylı düşünebilmek için adanın en yüksek tepesine doğru ilerlemeye başladı. İlerlerken önce Carly’i gördü. Dukay’a yazılım mühendisliği alanında yüksek lisans yapmak için Vietnam’dan gelmişti Carly. Yaratıcı çözümleriyle kısa sürede koordinasyon ekibine dahil olmuştu.
“Sıra dışı bir deneyim bu” dedi Carly, “hayatları boyunca burada olanları unutmayacaklar… Ancak burada yaşananları kalıcı kılacak olan şey sahip olacağımız teknolojidir. Yoksa bütün bunlar psychedelic bir backpacker-meditasyon kampının ötesine geçmez. Bu teknolojiye dünyanın başlıca metropollerinde erişim sağlayamayız. Çünkü bunun fiyatı Taner’in bile karşılayamayacağı kadar yüksektir. Daha özel bir yere yerleşmeliyiz bunun için.”
“Sen nereyi önerirdin Carly?” diye sordu Devin.
“Ho Chi Minh City-Vietnam. Sonsuz potansiyel vaat ediyor, sınırsız insan gücü ve her şeyin ötesinde tutku… ABD’nin bile başa çıkamayıp ardına bakmadan kaçtığı bir ülkeden bahsediyoruz…”
“Bunu konuşmalıyız” dedi Devin ve yorumları için Carly’e teşekkür ettikten sonra ilerlemeye devam etti.
Yaklaştıkça tepenin görüntüsü uzaklaşıyor gibiydi. Üç gün önce galeride Ada’ya birlikte önlerinde çakılı kaldıkları Salvador Dali’nin tablosunu düşündü. Zamanın 0 noktasında, olabilecek en minimalist haliyle cehennemi resmetmişti Dali. Mahşer günü geldiğinde kimsenin saate ihtiyacı olmayacaktı.
Tepeye yaklaştıkça bir gölge netleşti, netleşti ve en sonunda onun Ada olduğunu fark etti.
Devin’i fark ettiğinde “bir şiir yazdım az önce zihnimden” dedi, “şimdi sana okumasam unutabilirim. İleride hatırlamama yardım eder misin?”
Ve şiiri okudu:
“İşaretler kayıp
Avlanmak ise bozgun
Sürmek, yaşamı olmayan bir ruh gibi sonsuzluğa
Uzaklaşmak, uzaklaşmak, uzaklaşmak…”
“Bunu unutmayacağım,” dedi Devin.
“Hayatının bir döneminde, bir yıl boyunca sadece zaman yolculuğu üzerinde çalıştığın doğru mu?” dedi Ada. Gözlerini kısmadan doğrudan gözlerine bakıyordu.
“Elini kalbinin üzerine koy,” dedi Devin, “ifadesizce gülümse sadece… Çünkü senden sana ait olanı alamazlar!
Ada elini kalbinin üzerine koydu. Elleri soğuk ve heyecanlıydı. “Hiç atmıyormuş gibi” dedi. Devin’e döndü: “Seni anlamıyorum, sanki artık burada değilmişsin gibi.”
“Burada değiliz,” dedi Devin. “Çünkü bu an henüz yaşanmadı.”
Hare gurau subhaktimashu yati nanyatha gatim
Vimohanam hi dehinam sushankarasya chintanam
12.06.2024
enjolras