Pitcairn’den Satürn’e
-The Ad Astra Saga Part 2-
Bir ses duyuyorum, beni çağırıyor bu ses…
Kolay yolu seçmeyeceğim ben!
Bir şarkı asla sadece hüzün içermez, bana umut ışığımı göster! (-My Silver Lining-First Aid Kit)
-Bir gün Pitcairn’e gidelim desem, hiç düşünmeden gelir miydin benimle?
-Hiç düşünmeden, hiç korkmadan!
Cevabı Rüzgarda Saklı-Part 1: https://www.adastraa.net/cevabi-ruzgarda-sakli/
Yaz Yağmurunu Beklemek-Part 3: https://www.adastraa.net/yaz-yagmurunu-beklemek/
Dünyanın Sonu (London-2020)
*Olaylar belirsiz bir gelecekte geçmektedir.
**Zaman döngüseldir. Gelecekte yaşanan bazı olaylar geçmişi ve bugünü etkileyebilir.
***Nietzsche’ye göre, döngüsel zamanı kavrayan insan; kozmosun en büyük sırrını keşfetmiş demektir.
Soho’da, The Spice of Life’ın alt katındaydık. Önümde kırmızı renkte bir bira vardı, sahnede Velveteen Riot “Disturb the Universe”ü çalıyordu. Bu grubu Londra’da benden başka dinleyen yoktu. Spotify’da aylık dinleyici sayısı 90’la 100 arasında gidip geliyordu. Lakin o an düşündüğüm şey bu değildi. Masadaki diğer suretlerin bir şeylerden bahsettiğini görebiliyordum. Bazen ölümle yaşam arasındaki fark henüz kafana sıkmadığın bir kurşunsa, daha da ötesi o kurşunu kullanmaya değecek kadar hayatı ciddiye alamıyorsan, bütün bunların önemi yoktur. Ben bunları aklımdan geçirirken, “Ne düşünüyorsun?” diye sordu Andromeda. “İntihar edecek kadar yaşamı ciddiye alamıyorum” diye karşılık verdim. Saniyenin 60’ta biri kadar sürede ifadesinde bir tebessüm belirdi ve elimi tutarak “Benimle bira almaya gelsene” dedi.
Meditasyonun son aşaması hiçbir şeyi sorgulamamaktı. Ben de sorgulamadım. Sıkışık mekanda, insanlara çarpa çarpa bir yol açtık kendimize… “İşte mutluluk da böyle elde edilir. Kendi yöntemlerimiz olmalı” dedim. ”Mutluyum zaten” dedi, “bir şey aramıyorum”.
Bir şey aramıyorsun. Mutlusun zaten. Ben de bir şey aramam ama aradıklarım zaman zaman bana çarparlar… Elimi sıkma tarzında anlatmak istediği bir şey vardı. Ancak yeterince sarhoş olmadan bazı fikirlerin zihinde netleşmediğini çoktan fark etmiştim.
“Tekrar kaybolacaksın, bunu biliyorum,” dedi Andromeda. Ben bilmiyordum.
Onu yakından tanıdıkça, her seferinde yeniden keşfettiğim detaylar vardı. Dün gece, karanlık ve ucuz bir otel odasında, o güne dek yazdığım en önemli şeyi yazmakta olduğuma kendimi inandırmışken, dirseklerini masaya dayamış ve uzun uzun gülümsemişti. “Bazı insanlar gitmek, sadece gitmek için yaratılır Andromeda” demiştim.
“Ne kadar denesek de buraya uyum sağlayamayacağız, biliyorsun” demişti, “belki de dünyanın sonuna gitmeliyiz!”
Tekrar AN’a döndüm. Elinde iki pet bardak vardı, birayı bana uzattı. Bu belki de her şeyi söylemek için en doğru AN’dı:
“Sana bir şey söylemeliyim, gelir misin benimle…”
Elini uzattı, düşsel bir panayırda ilerlermiş gibi, insanlara çarpa çarpa mekanın kaldırımına ulaştık. Çıkar çıkmaz Şubat ayının yırtıcı soğuğunu hissettik. Üzerimizde ince bir tişörtten başka bir şey yoktu. Ve anlatmaya başladım:
“Bundan 10 yıl önce, bir insanın görebileceği en dip noktaya yaklaştığımda, tekrar kalkmama yardım eden şey The Wall ve Arayış olmuştu. Ve artık sorgulamayacaktım. O AN’dan sonra, Arayış ne derse onu yapacaktım. Bu beni çok tehlikeli durumlara sokabilirdi, soktu da…Arayış için ölür ve öldürürdüm. Ama Arayış, kendisinden daha büyük bir planın parçasıydı.”
“Peki Arayış ne yapmanı söylüyor şimdi sana?”
“Arayış, her şeyi geride bırakmamı ve hiç zaman kaybetmeden Pitcairn’e gitmemi söylüyor.”
“Pitcairn (Pitkern) nedir?”
“Pitcairn, bu gezegende metaforik açıdan Lost Adası’na en yakın şeydir. Güney Pasifik’in ortasında, ulaşım rotalarının binlerce km uzağında yer alır. Ona en yakın ülkeler olarak sayılabilecek Tahiti ve Yeni Zelanda’ya yaklaşık 6000 km mesafededir. Bu mesafe, Londra-New York arasına neredeyse denktir. Bu 6000 km’lik hatta, birkaç küçük ada dışında neredeyse hiçbir şey yoktur. Pitcairn’de havaalanı yoktur, uçakla ulaşılamaz; birkaç bin km çevresinde neredeyse bir kayalık bile yoktur. 1790’lara kadar haritada bile olmayan kayıp bir noktadır Pitcairn. Gezegenin en ıssız noktasıdır ve kutuplara ulaşmak bile oraya ulaşmaktan daha kolaydır.”
Ben bunları anlatırken, bir yandan da Andromeda’nın bakışlarında tepkiye dair bir işaret arıyordum. Sadece dinledi ve söylediklerimi hiç sorgulamadan “Peki ne zaman gidiyoruz?” dedi heyecanla. Bu hiç beklemediğim bir cevaptı.
“Hemen şimdi Pitcairn’e gidelim desem, hiç düşünmeden gelir miydin benimle?”
“Hiç düşünmeden, hiç korkmadan!”
My Silver Lining…(Liverpool)
“Silver lining” İngilizcede, zor bir durumun içindeyken ortaya çıkan ümit verici olasılığa deniyordu. Bu, bazen seni hayatta tutan şeydi. O olasılığa inanır ve devam ederdin.
Sonrasında her şey çok hızlı gelişti. Zaman hızlanıyor. Bu nedenle siyah kaplı deftere bunları karalarken, birçok detayı atlayacağım. Andromeda, Pitcairn tasarısından, 60’ların Swinging London tarzına kendini kaptırmış iki arkadaşına bahsetti ve bu iki hippi kız gelmekte ısrarcı oldular. Pitcairn çılgınlığı, dünyanın finans merkezinden, 69 Woodstock’a tek taraflı bir bilet gibi görünmüştü onlara… Max, zaten Andromeda’ya Pitcairn çılgınlığından bahsettiğim gece katılmaya karar vermişti. Sonra Marcel vardı, 9 aydır yollardaydı. Kamboçya’da aylarını geçirmiş, sonrasında Route 66’in üzerinden geçmişti ve Alaska’ya gitmeye hazırlanıyordu. İnternet üzerinden olan kısa bir yazışmada, ona Pitcairn çılgınlığından bahsetmiştim ve o da Pitcairn’in Alaska’ya kıyasla “dünyanın sonu” olmaya daha uygun bir yer olduğuna duyar duymaz ikna olmuştu. Marcel’le 2014’te, Venice Beach’te ucuz bir hostelde karşılaşmıştık. Modern bir Zen keşişiydi Marcel, intiharın eşiğinden dönmüş ve ruhunu Zen’le yıkamıştı. Ve şu Pitcairn çılgınlığı, yollarımızı tekrar kesiştiriyordu.
Toplanma noktası olarak, bir hafta sonrası için, Liverpool Hatters Hostel’i belirledik. Gotik bir dini binanın dönüştürülmesiyle meydana getirilen bu hostelde son bir parti ve sonrasında Yeni Zelanda’ya tek taraflı bir bilet… Max, Andromeda ve ben trenle Liverpool’a geçtiğimizde; Marcel Atlanta’dan yola çıktığı sevgilisiyle çoktan hostele varmıştı. Sonra Andromeda’nın iki arkadaşı aramıza katıldı: Maggie ve Jane. Herkes yanında sırt çantasını getirmişti ve sanki bir daha geri dönülmeyecekmiş gibi çantalar tıklım tıklımdı.
Hostelde son gece, yol anılarından bahsederek geçti. Garip bir biçimde, Pitcairn hepimiz için kozmosun anlamına dönüşmüştü. Andromeda, “My Silver Lining” diyordu oradan bahsederken…”Silver lining” İngilizcede, zor bir durumun içindeyken ortaya çıkan ümit verici olasılığa deniyordu. Bu, bazen seni hayatta tutan şeydi. O olasılığa inanır ve devam ederdin.
“Nirvana tam anlamıyla böyle bir şey olmalı” demişti Marcel, “bu sevgilimle ilk yolculuğumuz olacak aynı zamanda.” Ve yanındaki kıza sımsıkı sarılmıştı.
“Umarım son yolculuk olmaz” demişti o da gülümseyerek…
Pitcairn Yolunda
Sonra 7 kişi, Yeni Zelanda’ya giden bir uçağa atladık. Singapur ve Sydney aktarmalı, yaklaşık 2 gün süren bir yolculuktu. Uzun uçuş, zaman dinamiğimizi allak bullak etmişti. Marcel yol boyunca kendini içkiye vurmuştu; bense sonu gelmeyen yol öykülerinden birini anlatıyordum Andromeda’ya… Yalnız bu; o kadar uzun bir öyküydü ki, bir noktada zaman algısı paramparça oluyordu.
“Bu yolculuk Lost Adası’na gidenlerin uçuşunu andırmıyor mu sence de?” demişti Andromeda.
“Bu gezegende Lost Adası’na en yakın yerin Pitcairn olduğundan eminim” demiştim ben de…
Asla bitmeyecekmiş gibi görünen bir yolculuğun ardından Yeni Zelanda’ya vardığımızda, Pitcairn’e gitmenin sanıldığından daha da zor olduğunu fark etmiştik. Nüfusun sadece 48 olduğu, 4 adadan oluşan bu takımadaya kimse gitmiyordu. Adaların 3 tanesinde hayat yoktu ve kimse yaşamıyordu. Üstelik adalar birbirinden yaklaşık 500 km.lik mesafeyle ayrılmaktaydı. Pitcairn Adaları’nın başkenti ve tek yerleşim birimi olan Adamstown’a düzenli sefer yoktu. Yeni Zelanda’ya 6600 km mesafedeydi ve en çok tercih edilen rotaya göre; önce uçakla Tahiti’ye gitmek gerekliydi. Tahiti’den, Pitcairn’e daha yakın olan Mangareva isimli adaya, ortalama her ay ticari bir uçak kalkıyordu. Bir şekilde bu ticari uçakla nüfusu 1200 civarı olan Mangareva’ya geçilebilirse, 3-4 ayda bir Pitcairn’e erzak sevkıyatı yapan gemilerden birini sizi de almaları için ikna etmeyi umabilirdiniz ancak. Elimizdeki bütçe çok kısıtlı olduğu için, bütün bunları gerçekleştirmek ilk bakışta olanaksız görünüyordu. Ve bu rotayı izlersek, varmamız aylar sürebilirdi.
Bu uzun ve karmaşık rotayı ilk duyduğunda Marcel kendine özgü yaratıcı küfürlerinden birini etmişti ve hemen sonrasında “Ne bekliyoruz, haydi gemi avına çıkalım” demişti. Sonraki birkaç gün boyunca, bölgeden Pasifik’e giden tüm seferleri taradık; ticari seferleri, turizm seferlerini, araştırma seferlerini… Sonuç yoktu. Kimse Pasifik’in kayıp noktasına gitmeye yanaşmıyordu. Gruptakilerin umudu tamamen kırılmak üzereyken, Andromeda internetten bir ilan bulmuştu. Pasifik’te bitki örnekleri toplama amacıyla, Pitcairn Adaları’nı ziyaret etmeyi planlayan küçük bir araştırma gemisi, gönüllü olarak sefere katılacak biyologlar arıyordu. Yiyecek ve macera dışında bir şey teklif etmiyordu ve bizim aradığımız da tam olarak böyle bir şeydi. Hiçbirimiz biyolog değildik ama bir şekilde ikna edici yanımıza güveniyorduk.
İlanın sahibiyle Wellington’da bir pubda buluştuk. Marcel, onu görür görmez “Kaptan Ahab” adını takmıştı. Ünlü romana göre; 19. yüzyılda Kaptan Ahab, Pasifik’in en büyük balinası olarak nam salmış Moby Dick’in peşinde Güney Pasifik’in altını üstüne getirmiş, sonunda gemisi batınca hayatta kalan tayfalar Pitcairn kıyılarına vurmuşlardı. Pitcairn Efsanesi, gerçek bir olaydan uyarlanan şu Moby Dick efsanesine dayanıyordu işte… Kaptan Ahab’a hızlıca son birkaç haftadan ve Pitcairn tasarısından bahsettik. İlk dinleyen için öykü anlaşılmazlıklarla doluydu. Lakin Kaptan Ahab, detaylara çok önem veren bir denizci değildi. Yarın yola çıkmak üzere el sıkıştık.
Pitcairn’de İlk Gün… (Bir Ay Sonra)
Pitcairn’e olan uzun gemi yolculuğumuz rota üzerindeki diğer adalarda verdiğimiz aralardan dolayı yaklaşık bir ay sürecekti. Siyah kaplı defterin sayfalarının tamamını bu bir aya dair detaylarla doldurabilirdim. Ancak bu novellanın konusu bu değil ve siyah kaplı defterin en önemli sayfaları henüz başlamadı.
Bir ay sonra çok uzaklardan Pitcairn kendini gösterdiğinde, her birimiz bu AN’ın bir şeyleri geri dönülmeyecek ölçüde değiştireceğini tahmin edebiliyorduk. Pitcairn kıyıları, kayalık yapısından dolayı teknenin kıyıya yanaşmasına izin vermiyordu. Bu nedenle, adalıların bir küçük bir kayıkla gelip teknedekileri kıyıya taşıması gerekiyordu. Ne var ki görünürde kimse yoktu. Pitcairn’e vize başvurusu internet üzerinden, basit bir formla yapılıyordu. Adaya yeni birinin gelişi çok ender olduğu için, uzaktan bir gemi görünür görünmez adalılar karşılamak için harekete geçerdi. Ancak görünürlerde kimse yoktu, şebeke sorunu nedeniyle telefonla da ulaşılamıyordu. “Bu iyiye işaret değil” demişti Kaptan Ahab, “birilerinin bu sürede gelmesi gerekiyordu.
Gün batımını geride bırakmamıza rağmen dalgalardan dolayı teknenin demir atması mümkün olmamıştı. Adada hiçbir ışık yoktu ve biz bir şekilde kıyıya çıkmalıydık. Kaptan çaresizce gemiyi koordine etmeye çalışırken patlamayı andıran bir ses duyuldu. Sığ suda, gemi bir kayaya bindirmişti. “İşte şimdi tam anlamıyla her şeyin sonuna geldik” dedi Kaptan Ahab ironik bir gülümsemeyle… Artık sadece kurtarabileceğimiz ne varsa yanımıza almayı umabilirdik, adaya yüzerek çıkacaktık. Suya küçük bir bot indirip sırt çantalarını üst üste yığdıktan sonra, yaklaşık 100 metre ötedeki kıyıya yüzmeye başladık. Okyanus dalgalıydı, kıyıya ulaşana dek gerçek bir mücadele vermemiz gerekti. Bir şekilde kıyıya ulaştığımızda,adada normal olmayan bir şeylerin yaşandığından artık emindik. Ada tümüyle terk edilmiş izlenimi uyandırıyordu. Rüzgardan dolayı kıyıdaki kulübeye ilerlediğimizde, duvarda sprey boyayla yazılmış bir not bizi karşıladı:
“PANDEMİ NEDENİYLE SENİ TERK EDİYORUZ. TEKRAR GÖRÜŞMEK ÜZERE PITCAIRN!!!”
“Fuck” dedi arkalardan bir ses… Sonra gülüşmeler oldu… Sevgilisi Marcel’e bir öpücük kondurdu ve “Öleceğimiz yeri sonunda bulduk” dedi. Bütün bu kaosun ortasında Andromeda’nın elimi tuttuğunu duydum. İfadesinde, belirgin bir tepki yoktu. 60’ların Nouvelle Vague sineması karakterlerini andıran ifadesini takındı, bana döndü ve şöyle dedi gülümseyerek:
“Evet, şimdi ne yapacağız Enjolras?”
Ateşin Başında Gizemin Çözülüşü
“Kaybolmaktan korkmuyorum artık” dedi, “hiç bulunamamaktan korkuyorum daha çok…”
Pitcairn’deki ilk geceyi kıyıdaki kulübede geçirdik. Gün doğduğunda keşif gezisi için çevreye dağıldığımızda, adada tek bir kişinin bile kalmadığını fark edecektik. Yangın tehlikesi nedeniyle tek elektrik kaynağı olan jeneratör devre dışı bırakılmıştı, bu nedenle adada elektrik yoktu. Adaya çıkış esnasında telefonların çoğu devre dışı kalmıştı, sağlam kalan iki tanesi de şarjı bittiği için kapanmıştı. Bu gezegenin geri kalanıyla iletişimin tümüyle koptuğu anlamına geliyordu. Elektrik gibi su tesisatı da devre dışı bırakılmıştı. Adada bulduğumuz tek kaynak olan bir yeraltı su kaynağı dışında su yoktu. Yanımızda işe yarar aletler çok kısıtlıydı. Birileri gelene kadar, adadaki evleri yağmalamak dışında bir şansımız yoktu.
“İşte sonunda gerçek Lost adasına düştük” dedi Maggie.
“Bana daha çok Walking Dead’i anımsatıyor ne var ki” dedi Jane.
“Alexander Supertramp, altın vuruşu Pitcairn’de yapmalıydı” dedi Marcel…
Ve daha birçok şey konuşuldu. Günün sonunda, kıyıda bir ateş yaktık. Müzik; söylenecek çok fazla şey olduğunda, düşünceleri dönüştürmenin en etkili yoluydu. Yanında getirdiği akustik gitarını eline aldı Andromeda: “First Aid Kit’ten çalacağım” dedi ve şarkının sözleri duyuldu:
Beni müzik ve gülümsemenin olduğu bir yere götür
Ölmekten korkuyor muyum bilmiyorum ama çok hızlı ve çok yavaş yaşamaktan korkuyorum.
Her dokunduğu notada, geçmişin parçaları birleşiyordu ve bütün bu belirsizliğin ortasında, dudağının hemen kenarında başladığını düşündüğüm ve onu çok yakından tanıdığımı söylediği gizem çözülüyordu.
Yaklaşık 7 yıl önce, Panama City Beach’te, birlikte gezici bir lunaparkta çalışırken, First Aid Kit’in hiç tanınmadığı dönemlerde, First Aid Kit’in hiç bilinmeyen bir şarkısını çaldığında da birbirimizin gözlerinde aynı anlamı okuduğumuza bir an için inanmıştık.
“Zaman zaman kelimelerin yetmediği olur mu hiç sana” demişti.
“Hep olur. Ne kadar yazsak da, ne kadar yaşantıdan geçsek de hep.”
Şarkı bittikten sonra yanıma geldi, gözleri dolmuştu. “Çok saçma ama bu şarkı beni bir çocuk gibi ağlatıyor. Biraz ormanda yürümeliyim, bana katılır mısın Enjolras?”
Elini uzattı. Elleri soğuktu. “Ellerim hep soğuk” dedi, “annem böyle devam edersem 27’sinde öleceğimi söylemişti hep.”
Ormanın içine doğru birlikte ilerledik. “Kaybolmaktan korkmuyorum artık” dedi Andromeda, “hiç bulunamamaktan korkuyorum daha çok…”
“Düşmekten korkmuyorum” demiştim ben de, “tekrar kalkamamaktan korkuyorum.”
Karanlığa doğru ilerlemek ruhumuzda gizemin çözülüşüne yardım ediyordu. Konuşmadığımız şeyler vardı ve şimdi Andromeda konuşacaktı:
“2012 yazını anımsıyor musun Enjolras? Yılların insanları uzaklaştırdığına inanmıştım hep. 7 sene boyunca karşılaşmadık ve sonra BOOM! Seninle ilk karşılaştığımızda Rock’n’Roll’un ruhumu kurtarabileceğine hala inanıyordum. Çölün ortasında otobanda, bir Greyhound’la belirsizliğe doğru ilerlerken, insan ölmeyi geciktirmek için de sarhoş olmak isteyebilir bazen demiştin sen. Ve ben elini sımsıkı tutuyordum. Boynumun hemen arkasına Per aspera ad astra yazdırdığımda, sonsuza kadar beni terk etmeyecek bir şey işte demiştim. Ve sen oradan, ona her dokunduğunda, her seferinde yeniden hissettim bunu hiç unutmayacağız, unutmayacağız… Her seferinde, her seferinde düşsek de, deneyeceğiz tekrar… 68’de Paris düşmedi, 69 Woodstock’ı hiç görmedik, 2013’te Kızılay’da Satürn fısıldadı ve tekrar fısıldayacak da… Belki de, aramıza 7 yıl girmesi gerekiyordu, birbirimizi daha yakından tanımamız için…”
Andromeda birkaç dk. boyunca konuşmaya devam etti. Konuşurken elimi hiç bırakmamıştı. Ormanın karanlığı kendini bize açıyordu. Sonra birden durdum, karşımda benim için çok tanıdık olması gereken siluetini gördüm. Anlaşılmazdı. Onu sıkıca öptüm. Bunu beklemiyordu. İfademizi göremiyorduk ama ifadeler sadece duyguları gizlemek içindi. Tekrar denedik. Daha uzun. Daha sert.
Gülümsedi. “Belki de eski bir alışkanlıkla dudağını ısırmayı denemeliyim” dedi, “bu bizim içimizdeki vampire ait öpüşme tarzımız…”
Sonrasında gerçekten ısırdı da:
“Gökyüzünü öpmeyi denedin mi hiç Enjolras?”
Wittgenstein benzeri bir ifadeyle “Renk nedir” dedim. Gülümsedi. Gökyüzü kırmızıydı,orman yeşil ve ben karanlıktım. Sokak olmaktansa orman olmayı yeğlerdim, diyordu bir şarkıda…
Pune’de Zen Kampı (Bir hafta sonra)
Hayır aradığım şey nirvana değil. Çünkü Arayış sensin!”
Adaya varışımızın üzerinden bir hafta geçmişti. Okyanus manzaralı bir evin verandasında, Marcel’le sıcak biraları yudumluyorduk. Biraların stoklandığı bir depo bulmuştu Marcel. Aylarca yetecek kadar bira vardı, sıcak içebiliyorsanız eğer…
“Buradan sonra ne yapacaksın” dedi Marcel, “pandemiden sonra Pitcairnliler döndüğünde, burada kalmaya devam ederim belki diyorum ben.”
“Hindistan’a, Pune’ye gideceğim,” dedim.
Pune, Zen’in gayriresmi başkentiydi. Her yıl, dünyanın her yerinden insanlar akın akın Arayış’ı bulmak için oraya giderlerdi. Marcel, Kamboçya’da geçirdiği dönemlerin de etkisiyle, Zen’i bir din olarak benimsemişti. Bense Zen’i bir felsefe olarak kavrıyordum.
“İnsanlar” dedi Marcel, “izlenmek isterler. Sosyal medya bu ilgi açlığından doğmuştur. Ve yine bu ilgi açlığından, kozmosta bizden başka canlıların da olduğuna inanmak isteriz. Belki de bu gerçektir. Ancak, her şeye rağmen kendimi bahse koyarım ki, burada dünyanın sonunda kimsenin skinde değiliz dostum. Ve bu müthiş hissettiriyor. Bu benim hayatımın uyanış evresi olabilir…”
Bu şekilde cümleleri birbirine karıştırana dek devam etti Marcel. 10. biradaydı ve sıcaklığın alkolün etkisini öldürdüğü gibi bir düşünceye kapılmıştı. Kendine bunu kanıtlamak için amansızca içmeye devam ediyordu. “Saisha” diye bağırdı, “bana yardım etmelisin…”
Saisha, Marcel’in sevgilisinin Zen’i benimsedikten sonra edindiği yeni ismiydi. Hintçede doğruluk, Tanrı ve mücevher gibi farklı anlamlara geliyordu.
Saisha’ya tutunarak doğruldu Marcel.
Aramızda konuşmasak da, dinamik bir Zen sürecinin başlangıcında olduğumuzu hissediyorduk. Sahile doğru birlikte yürüdük; önce Andromeda’yı gördük, sonra Max, Maggie ve Jane bize katıldı.
Saisha, Kamboçya’dan getirdiği mistik bir çalgıyla Shiva Tandava Stotram’ı çalmaya başladı. Aynı ritimle, aynı mantrayı tekrarlayarak… Müziğin üzerimizdeki etkisi çok doğrudan oldu. Max, sırt üstü uzanmış hareketsizce gökyüzünü izliyordu. Maggie ve Jane gittikçe hızlanarak yarım bir çemberin çevresinde dönmeye başladılar… Saisha, aynı ritmi çalmaya devam ediyordu. Bir AN için söylenebilecek yeni hiçbir şeyin olmadığını fark ettim. Uzay ve zamana ait bütün olasılıklar şu AN’da toplanmış gibiydi. “Belki de” demişti Andromeda, “birbirimize çekilmemizin nedeni gelecekteydi. Gelecek, geçmişi etkileyebilir demiştin sen. Belki de henüz hiç yaşanmadık!”
Tekrar AN’a döndüğümde karşımda Andromeda’nın gözlerini buldum. Sol gözünden bir damla yaş süzülmüştü ve bunu fark etmek beni ürpertti:
“Sana sahip olduğum her şeyi verebilirdim Andromeda ama bu yaşamı ben de ödünç aldım.”
Elini usulca dudağına götürdü ve “sus” işareti yaptı: “Eğer o önemli olay geleceğe aitse, konuşabileceğimiz bütün olasılıklar zaten çoktan yaşanmıştır. Fark etmesek de hepsini anımsıyoruz. Bunu sen söylemiştim.”
Bunu 7 yıl önce ben söylemiştim. Ama artık anımsamıyordum. Arayış’ın beni neden Pitcairn’e sürüklediğini metafiziksel biçimde kavrıyordum.
Sonra tekrar ben de katıldım onlara… Sahip olduğumuz her şeyi geride bırakmanın bir yolu olmalıydı. Shiva Stotram çalarken dans gittikçe hızlanıyordu ve biz kendimizi geçmişten ayrıştırıyorduk.
Bir noktada, bir trans noktasında Maggie ve Jane giysilerini çıkardılar ve transandantal danslarına o şekilde devam ettiler. 60’ların Swinging London kültürüyle büyümüş bu iki genç kız için bu an, Woodstock’tan bugüne uzanan bir solucan deliğiydi.
Zaman hızlanıyordu.
Tekrar kalabalığın ortasında Andromeda’yı buldum:
“Zaman hızlanıyor Andromeda” dedim.
“Biliyorum,” dedi… Gülümsüyordu: “Bu anı daha önce düşümde görmüş olmaktan korkuyorum. Biliyorsun, düşlere karşı hep takıntılı oldum ben. Belki de bütün bu düşler gerçekliğin bir boyutudur. Ya da şu an, fazlasıyla sürreal görünen şu an, bir düş! Birazdan gözlerimi açmaktan ve bu anın hiç yaşanmamış olduğunu fark edeceğim o soğuk andan korkuyorum. O andan, delicesine korkuyorum. Bunun için, bunun bir düş olmadığını inandıracak, sıcak bir şey vermelisin.”
Kendiliğinden, Andromeda’yla ormana doğru sürüklendik. “Bunu daha önce hiç yapmamışız gibi geliyor” dedi Andromeda, “öncesinde bunu bilmeni istiyorum.”
“Pitcairnlilere benziyorsun” dedim gülümseyerek…
“O nasıl oluyormuş” dedi şımarık bir ifadeyle…
Gerçekte de, bir yaz ayında sıcaktan yanmış yüzünde, saçlarını topladığı hippi tacıyla ve desenlerini John Lennon’ın gökyüzünde elmaslarıyla kaybolan Lucy’nin elbisesine benzettiğim tişörtünde, onu görüyordum. Yıllar önce, bir şekilde zaman, bizi birbirimiz için önemli olduğumuza inandırmıştı ve ona her dokunduğumda bulduğum -aslında-farklı-bir-şekilde-olamayacağını-bilerek-hissettiğim o şey, kozmik Arayış’la aramdaki biricik bağdı.
“Ve aramızdaki mesafe tümüyle ortadan kalktığında, sen ben, ben sen olduğunda Andromeda, tekrar fark etmiştim, hayır aradığım şey nirvana değil, çünkü Arayış sensin!”
“Arayış sensin!” diye fısıldayarak tekrarlamıştı Andromeda ve tekrar öpmüştü beni. Sıcaklığını duymuştum. “Bunun düş olmadığına inandıracak, sıcak bir şey vermelisin” demişti bana. Çok uzun yıllar önce, karanlık bir duvarın dibinde, The Wall dinleyerek hayatta kalmaya çalışan bir çocuktum. Saçma fikirlerim vardı. Ve belki de aşırı düzeyde Pink Floyd dinlemek yok etmişti insani yönümü.
“Seni istiyorum” demişti Andromeda. Hayır, tatlım ben seni daha çok istiyorum. “Hayatının herhangi bir evresinde, hiç kimsenin şu an sana odaklandığım kadar bir başkasına odaklanmadığını bilecek kadar hem de…”
“Seninle tekleşmek istiyorum” demişti, “yırtıcı bir sevişmeden fazlasını vermek istiyorum sana. Zamanın sonundaki göz kamaştıran o ışımayı ya da…”
Onu öptüm. Sımsıkı sarıldı bana. Birbirine çok yakın olduğunda, iki insanın kalp atış hızının birbirine yakınsadığını biliyordum:
“Show me my silver lining!”
Yeşilin Advers Etkileri (Üç ay sonra)
Umurumda değil güneşin parıldayıp parıldamadığı
Ve deniz yeşil değil
Ve severim kraliçeyi- Syd Barrett
“Ne yazıyorsun tatlım” dedi Andromeda. Ahşap bir masada siyah kaplı deftere bu satırları karalıyordum. “Seni yazarken izlemeyi seviyorum” dedi Andromeda. “Ben de bunu seviyorum. Ama bu çok dikkat dağıtıcı olabilir” dedim.
Pitcairn’e gelişimizin üzerinden üç ay geçmişti. Dışarıya dair henüz hiçbir işaret yoktu. Pandemi, bütün insan soyunu yok etse ya da nükleer bir savaş çıksa mesela; Pitcairn bütün bunların ulaşamayacağı kadar uzaktı. Bütün bunlardan daha ilginç olan ise Pitcairn eğer yaşamın yok olmadığı tek yer olsa bile mevcut koşullarda adadan ayrılmanın olanaksız oluşuydu.
“Düşünsene” dedi Andromeda, “buradan ayrılamazsak, siyah kaplı deftere yazdıklarını okuyacak tek kişi ben olabilirim.”
“Yazmak, bir açıdan geleceği değiştirmenin yolu olabiliyor” diye karşılık verdim.
Andromeda, masada denizden topladığı taşlarla bir kolye yapmaya çalışıyordu.
Camdan, gün batımının yansıması görünüyordu ve düşünüyordum başka bir gezegende de şu an var mıydı bizim hissettiklerimizi hisseden… Camdan bakarken, bir an için görüntü yok oldu, nesne formunu kaybetti, gördüğüm tek şey yeşildi, sadece yeşil… Andromeda’nın sesini duydum: “Nereye bakıyorsun tatlım?”
“Yeşil, yeşil gözümü alıyor.” Üzerinde yeşil renkte bir tişört vardı:
“Çıkarabilirim istersen?”
“Yeşile belli bir süre baktığında, birkaç sn. boyunca baktığın her şey yeşilin yoğunlaşması ya da seyrelmesi olarak görünür” diye karşılık verdim.
“Buluşmaya geç kalacağız” dedi telaşlı bir ifadeyle…
Evet, gün batımında kumsalda buluşmak üzere adadakilerle sözleşmiştik. Sadece 8 kişinin yaşadığı bir adada, bu tür buluşmalar önemli olaylardan sayılıyordu.
Bad Trip
“Karanlık olmasaydı, yıldızları asla göremeyecektik”
Adanın dar sahiline vardığımızda, Kaptan dışında herkes oradaydı. Max ve Marcel, küçük bir ateş yakmıştı. Yemek olarak Maggie ve Jane, adanın standart menüsü olan balık ve patates hazırlamışlardı. Geride kalan üç ayda, devre dışı bırakılan elektrik sistemini tekrar çalıştırmamız mümkün olmamıştı. Bu nedenle yaşam adada komünal evrede devam ediyordu.
Geldiğimizi ilk fark eden Max oldu: “Senden bir isteğim olacak dostum” dedi beni görür görmez. Sonrasında Maggie ile inişli çıkışlı ilişkilerinden bahsetti. Son bir ayda iki kez ileriye gitmişlerdi ama Maggie üzerinde amaçladığı etkinin henüz oluşmadığını düşünüyordu. “Belki” demişti, “bana birkaç hipnoz numarasını öğretirsin. Bu alanla geçmişte ilgilendiğini biliyorum.”
“Hipnoz” demiştim “ama tam olarak bu şekilde işlemiyor. Daha yaratıcı çözümler bulmalısın Max.”
Sonra muhabbete Marcel dahil olmuştu. Son zamanlarda Saisha ile aralarında ciddi iletişim sorunları vardı ve bütün bu reaksiyonlar onu daha da fazla alkole yöneltmişti. Bir adada gerçekleşeceğine inandıkları parlak Zen düşü, bir bad tripe dönüşmek üzereydi.
“Saisha” demişti Marcel, “rasyonalitesini tümüyle yitirmiş olmalı. Pitcairn’in kozmosun enerji merkezi olduğuna inanıyor ve her gece meditasyonla, diğer gezegenlerde yaşadığına inandığı yaşam formlarıyla iletişim kurmaya çabalıyor.”
“Bu, eğlenceli bir şeye benziyor olmalı” dedi Max ciddiyetsiz bir ifadeyle.
Bunlar konuşulurken uzaklardan Kaptan Ahab göründü. Haftalardır ortalıkta görünmüyordu. “Ben gidiyorum” dedi sadece elini kaldırarak. Yanında bir sırt çantası vardı sadece… “İsteyen bana katılabilir. Botla buradan kaçmanın bir yolunu bulacağım.”
Sonra çantasını bota yerleştirdi, bunun bir intihar yolculuğu olduğunu umursamadan küreklere uzandı. Adadakiler endişeyle olanları izliyordu. Saisha’nın sesi duyuldu sadece: “Kozmosun merkezini terk etsen bile, dönüp dolaşıp varacağın yer orasıdır. Zamandan kaçamazsın!”
Bu bir Bad Trip’in başlangıcıydı.
Psychedelic Düşler
Lucy’le karşılaştım gökyüzünde, elmaslarıyla
Psychedelic imajlardan geçtik, zaman dört kat yavaşladı
Kaptan’ın kurtuluş denemesinin üzerinden birkaç saat geçmişti. Şimdi kurtuluşun izinde, okyanusun ortasındaydı. Oysa “kurtuluş”un sadece bir sözcük olduğunu, yıllar önce Ankara’da Kurtuluş’ta öğrenmiştim -ki o bile kurtarmaya yetmemişti.
“Belki de bir şarkı çalmalısın” dedi Maggie, Andromeda’ya, “bir gün bildiğimiz bütün şarkıları unutmaktan korkuyorum.”
“Olur, nereden?” dedi Andromeda…
“Son zamanlarda Soho’daki psychedelic mekanlarda sürekli çalan kozmik bir kadın var: Yasemin Mori. Ondan bir şey olsun” dedi.
“Çalacağım şarkı muhtemelen Kadıköy’de yazılmıştır. Ben şarkının Pitcairn versiyonunu çalacağım” dedi Andromeda ve Yasemin Mori’den “Aslında Bir Konu Var”ı çalmaya başladı. Sözlerini diğerleri anlamıyordu ama bir şarkının ruhu müziğe işlendiğinde cümleler gereksizdir. Şarkı çalarken, dünyanın sonunda hissedilen o soğuk melankoliyi ve onun ötesinde bir umut olarak hep var olacak sonsuz gün ışığını aynı anda duyumsadılar.
Şarkı bittikten sonra Saisha ayağa kalktı. İfadesinde daha önce görülmeyen bir huzurun izleri vardı. Elindeki küçük bir kupa tutuyordu: “Bu anı ölümsüzleştirecek bir şeye ihtiyacımız var. Geçen yıl bu dönemlerde, Marcel’le Kamboçya’dayken bir Zen keşişiyle karşılaşmıştık. Size bir içecek tarifi öğreteceğim, demişti. Öyle bir an gelecek ki, yaşanabilecek hiçbir şey ruhunuzdaki o izi silemeyecek. O zaman, hazır olduğunuzda bu içeceği sevdiklerinizle paylaşmalısınız. Hayır, bu sizi öldürmeyecek… Yeniden doğmanıza ve üçüncü bir gözle kendinize bakmanıza yardım edecek sadece… Ve sadece bir defa kullanılabilecek bir şey… Evet tam olarak böyle demişti. Kozmos bana doğru anın geldiğini fısıldıyor…”
Sonra kupadan bir yudum aldı ve Marcel’e uzattı. Son üç ayda, Saisha’yla yaşadıkları bütün o inişli çıkışlı süreçlere rağmen Marcel’in gözlerinde aşkın ateşi hala parlaktı ve o da bir yudum alıp Jane’e uzattı. Jane ve Maggie kararsızca birbirlerine baktılar… “Ne olursa olsun, Pitcairn’de olmaktan daha çılgınca olamaz” dedi Maggie ve kupayı onun elinden alıp bir yudum aldı. Sırasıyla Max ve Jane de katıldı onlara… Şimdi kupa Andromeda’nın elindeydi.
“Aylar önce” dedi Andromeda, “bir gün Pitcairn’e gidelim desem hiç düşünmeden gelir miydin benimle diye sormuştun bana. Anımsıyor musun?”
“Anımsıyorum” diye karşılık verdim.
“Bu benim en doğru kararımdı” dedi Andromeda ve devam etti: “Hiç düşünmeden, hiç korkmadan!” Ve kupadan büyük büyük bir yudum alıp bana uzattı.
Gözleri gülümsüyordu. 1966 yılında John Lennon, Lucy in the Sky With Diamonds’ı yazarken, bulutların üstünde süzülen Lucy’nin gözlerinde de bu ışığı görmüş müydü? Bilmiyordum ama kupayı bana uzatırken elinin sıcaklığını duyumsadığımda, bu hissin çok tanıdık ve çok gerçek olduğunu biliyordum. Zaman hızlanıyordu. Psychedelic bir yudum aldım ve ZA-MAN par-ça-lan-dı…
(devamı 2. sayfada…) https://www.adastraa.net/pitcairnden-saturne/2/