“şamanlar ve şamdanlar” demiştim, tapınaklar ve ucuz barlar, kafası bitli adamlar ve fahişeler. labirentin en sonunda aynalar.
“ne imla ne ahlak” demiştim, reddediyorum tüm kuralları çünkü seviyorum yazım yanlışlarını, tıpkı diğerleri gibi. ataların bildiği o şeylerin benim için geçerli olduğunu düşünmüyorum ve tüm yasalara orta parmağımı gösteriyorum. gitmeyi kalmaktan daha çok seviyorum, söz verip tutmamayı, hatalarımın keyfini çıkarmayı ve hatta sonra utanmayı. yol yanlış ama nasıl güzel, içimizdeki tanrı olmasa..
içimizdeki tanrı kafamızı karıştırıyor, bu yüzden içinizdeki tanrıyı her gün öpün çünkü hiçbir işkence bu kadar güzel olamaz. kafamın içinde fazıl say çalıyor, insan nedir şimdi bildim.. hani dünyanın en güzel türküsünü evren sadece sana fısıldayacaktı? ilk kavgayı kim başlattı emin değilim ama o kişi ben değildim. çelişkilerimden ve seni sevmişliğimden öp beni, sonra git.
ben de gidiyorum. simülasyonda iki ay gerçekte kaç gün bilmiyorum ama meryemle tren yolculuğuna çıkıyorum. klişedir ve klişeler her zaman kötü değildir tren kırmızı. manzarayı merak etmiyorum tek isteğim başımı meryemin omzuna yaslamak. çok bilmişlerin dayatmalarından, ahlak bekçilerinin çalmaktan bıkmadığı düdük sesinden, kimin yazdığı belli olmayan erkeklik kitabından, görünmez kelepçelerimizden çok uzağa ve meryemle. bizler iyi insanlarız onlar çok sıkıcı. hem zaten şubatta anlamsız bir ay, aldatılmış ve aldanmış. yani dikilen o anıt yerle bir olmuş. bence de en iyisi gitmek, işte bu yüzden gitmeyi çok seviyorum. gitmek özgürlüktür, ama yalan söylemek değil bu kalsın aklında.
tapınaklar ve ucuz barlar.
meryemle gideceğiz her yere. sonra bitli adamları öpüp fahişelere acıyacağız. yolun sonunda da aynaları görüp haddimizi öğreneceğiz. labirentten çıktığımızda şamdanlardan kırmızı şaraplar akacak tıpkı senin iri gözlerindeki gibi.
ve geriye son bir haksızlık kalacak, meryem yok biliyorsun değil mi?