Quentin Tarantino Amerika’nın bir numaralı auteur’lerinden biri. Adeta 52 yaşında bir rock star. 1992 yılında ‘Reservoir Dogs / Rezervuar Köpekleri’ ile sinema sanatına taptaze bir kan getirmiş olsa da bugün hâlâ DVD dükkânında çalışan film sevdalısı bir genci andırıyor. Sinema konusunda alabildiğine ansiklopedik bilgiye sahip bu koca çocuk, tüm azmiyle en büyük hayalini gerçekleştirmeyi başardı: Film yapmak.
Tarantino’yla Beverly Hills’te kaldığı otelde buluşuyoruz. Herkesin ilgi odağında o var. Konuşmayı pek seven Tarantino western türündeki yeni filmi ‘The Hateful Eight’in konusunu bir çırpıda anlatıveriyor. İç Savaş sonrasında, Wyoming’de kar fırtınasının gazabına uğrayan bir grup aynı eve sığınmak zorunda kalır. Siyasi görüşleri ve ön yargıları bu evde komple bir testten geçecektir. Ve tabii ki kan çıkacaktır…
2014’te taslak senaryonun sızmasının ardından öfkeden küplere binen Tarantino filmi çekmemeyi düşündüğünü ilan etmişti. Aradan geçen zamanda ABD’nin Ferguson şehrinde Michael Brown’ın trajik bir şekilde öldürülmesine tanık oldu tüm dünya. Tam da bu nedenle Tarantino’nun Amerika’daki ırkçılık mevzusunu irdelediği ‘The Hateful Eight’ için daha iyi bir zamanlama olamazdı. Geçtiğimiz Ekim ayında New York’ta polis şiddetini protesto etmek için katıldığı gösteri sonrasında ırkçılık ve polis konusunda söyledikleri çarpıtıldı. Hatta kimilerinin düşmanlığını kazandı Tarantino. Ama onun hakkında bildiğimiz bir gerçek var; bu adam skandalları seviyor.
‘The Hateful Eight’ olgun ve Tarantino standartlarına göre mesajını üstü kapalı şekilde veren bir film. Yaklaşık üç saat süren, sinema koltuğunda belinizi ağrıtacak, eski usul bir sinemacılık örneği. Tarantino 20 seneyi aşkın süredir film çekiyor. Onuncu filmini yaptığında bu işi bırakacağını söyleyip durdu hep. ‘The Hateful Eight’ sekizinci filmi. İnsan düşünmeden edemiyor: Sinemayı bu kadar seven bir adam, bu işi nasıl olur da bırakabilir?
Amerikan İç Savaşı’ndan sonraki yıllarda geçse de ‘The Hateful Eight’te aslında hayli güncel bir konuyu masaya yatırıyorsun: Irksal ayrımcılık. 2015 yılı boyunca filmin konusunun giderek günümüzle daha bağlantılı hale gelmesi seni şaşırttı mı?
Amerika’nın siyahi muhitlerinde yaşayan herhangi biri, size bu konunun son 20 yıldır gündemde olduğunu söyleyecektir. Ana akım medyanın ırksal ayrımcılığı başa çıkılması gereken bir mevzu olarak yansıtmaya başlaması ise biz filmi çekmeye başladıktan sonra oldu.
Filmin senaryosunun ilk taslağının sızmasının iyi bir tarafı var. Sıkıntılı bir dönem geçirdim ama hiç olmazsa senaryoyu son olaylardan çok önce yazmaya başladığım kayıt altına alınmış oldu. Böylece gündeme uygun senaryo yazdığıma dair komplo teorileriyle karşı karşıya kalmayacağım.
‘The Hateful Eight’in en politik filmin olduğunu söyleyebilir miyiz?
Evet. Yazmaya başladığımda sonucun böylece olacağını hiç tahmin etmemiştim. Irk konusu, her filmimde bir şekilde var oldu. Amerika’da siyah ve beyaz olmak, ırksal anlaşmazlıklar gibi konularla western türüne katkıda bulunabileceğimi düşündüm. Daha önce kimse bunu denemedi, en azından çarpıcı bir işe imza atamadı.
Amerika’nın ırksal mevzularını işlemeye ‘Django Unchained’ ile başladın. Bunu yaparken neden western türüne başvuruyorsun?
Western filmlerine bakın, hepsi çekildiği döneme dair kesin bilgiler verir. 1960’ların sonu ve 1970’lerde çekilen western’lerde Vietnam ve Watergate’ten izler bulursunuz. Hepsine bayılıyorum. Sapına kadar alaycı filmler. Bir western çekiyorsanız Amerika’nın zeitgeist’ına sırtınızı dönemezsiniz. Bundan on-yirmi sene sonra umuyorum ki ‘Tha Hateful Eight’ Amerika’nın bugünkü dertleri hakkında iyi bir fikir verecek.
‘The Hateful Eight’i ‘Quentin Tarantino’nun sekizinci filmi’ olarak tanıtıyorsunuz. Onuncu filmini de çektiğinde kariyerini bitireceğine emin misin?
Planım öyle. Zaten bir film yapmam yaklaşık üç yılımı alıyor, yani nereden baksanız sinemayı bırakmama aşağı yukarı on sene var.
Bu sayıya televizyon için yaptığın işler de dahil mi?
Arada televizyon için bir şeyler çekebilirim ama on filmden biri olarak saymam.
Yani sadece iki Tarantino filmi daha izleyebileceğiz. Yapma, daha 52 yaşındasın!
Bu işi sonsuza kadar yapmak istemiyorum. Bir sonu olmalı. Sorumluluk alıp bu işi bitirebilmeliyim. Zamanla bu fikre daha çok ısındım. Bence yönetmenlerin çoğu gerçekte sahip olduklarından çok daha fazla zamanları kaldığını düşünüyor. Zamandan kastım ölümlülük ve sinema endüstrisinde meydana gelebilecek değişiklikler. Ne olacağını asla bilemezsiniz. Bence her yönetmen aslında sadece bir film daha çekebilecekken, sırada bekleyen altı filmi olduğunu düşünüyor.
Yeni filmlerine özenle yaklaşmalısın o halde…
Film yapma nedenleriniz daha net bir hale bürünüyor tabii. Nafaka ödemek veya ikinci bir ev satın alabilmek için film yapmaktan ibaret değil olay. X kişisi sizinle çalışmak istediği için ya da Y kişisiyle birlikte film çekmek hoş olacağı için bir film yapmamalısınız.
Filmlerin şiddet dolu sahneleriyle bilinir ama ‘The Hateful Eight’ bu konuda elini biraz korkak alıştırıyor. Bir aksiyon filmi değil de bir tiyatro oyunu sanki.
Öyle bir film çekmelisiniz ki şiddet, filmin geneline yayılan bir tona sahip olmalı. Demokles’in Kılıcı misali karakterler şiddetin soğuk nefesini enselerinde hissetmeli. Şiddetin ne zaman gerçekleşeceğini bilmiyorsunuz ama bir noktada mutlaka gerçekleşeceğine eminsiniz. Oturup beklemekten başka çareniz yok. Bu duyguyu filmin tamamına yaymak istedim. Bunu başardıysak film merak uyandıracaktır. Filmin hayli uzun bir giriş bölümü var, bir satranç oyununda taşları yerlerine yerleştiriyormuşum gibi düşünün. Gerçekten bir satranç oyuncusuyum ve oyun esnasında öldürmeye başlamadan önce tüm taşlarımı en doğru noktalara yerleştiririm. Seyirciden isteğim azıcık sabırlı olmaları.
İki western filmi çektin: ‘Django Unchained’ ve ‘The Hateful Eight’. ‘Kill Bill’de dövüş sporlarına eğildin, ‘Death Proof’ ile bir grindhouse filmine imza attın. ‘Inglourious Basterds’ ise bir İkinci Dünya Savaşı filmiydi. Sırada ne var?
Kariyerimde hep bir türden ötekine zıplayıp durdum. Dövüş sanatları filmi çekmeyi kendi kendime öğrendim ama ‘Kill Bill’den sonra bu konuyla ilgili başka bir film yapmadım. Araba kovalamaca sahneleri çekmeyi öğrendim ama bu bilgiyi bir daha hiçbir filmimde kullanmadım. ‘Django Unchained’de ise western türünü, atlarla nasıl başa çıkılacağını, kovboyların dünyasını öğrendim. Yetmemiş olacak ki bir de ‘The Hateful Eight’i çektim. Açıkçası bir sonraki filmimin hangi türde olacağını ben de bilmiyorum.
Seni heyecanlandıran bir tür kaldı mı peki?
İkinci Dünya Savaşı ve dövüş sporları filmleri çekmeyi deli gibi istiyordum, aynı heyecanı duyduğum bir tür yok artık. Belki bir 1930’lar gangster filmi olabilir, John Dillinger tarzı. Çağdaş bir şeyler çekmek de ilginç olurdu; karakter arabasına biner ve radyoyu açar… Ben de araba kullanma sahnelerine havalı bir montaj yapabilirim. Eğer çok zamanım olsaydı ‘The Exorcist’ gibi çok ama çok ürkütücü bir korku filmi yapmak isterdim. Ama espri anlayışımı işin içine katmak, zamanımı ve yeteneğimi boşa harcamak mı olur emin değilim.
Komik olmayan bir film çekmek zor mu geliyor?
Mizahı bir kenara bırakırsam, o korkuyu tüm film boyunca ayakta tutmayı başarabilir miyim bilmiyorum. Aslında ‘The Hateful Eight’in korku türüne en yakın duran filmim olduğu söylenebilir. Herhangi bir western filminden ziyade John Carpenter’ın ‘The Thing’inden ilham aldım. Filmin müziklerini Ennio Morricone’nin yapmasının ve başrollerden birinde Kurt Russell’ın olmasının ötesinde bir ilham bu. ‘The Thing’, ‘Reservoir Dogs’u da etkilemişti. Dönüp dolaşıp başladığım yere döndüğümü söyleyebilirsiniz, ilk ve sekizinci filmlerim arasında kesinlikle bir göbek bağı var.
Film çekmeyi ve filmler hakkında konuşmaya bayılıyorsun. Bu işin en sevdiğin kısmı nedir peki?
Sinema tutkumun dışarıdan anlaşılabiliyor olması sevindirici. Çok şanslıyım. Bilhassa hem bir yönetmen hem de yazar olabildiğim için. Yazmaya, çekmeye ve kurgulamaya bayılıyorum. Yaptığım işi gerçekten çok seviyorum.