Yalnızlık ve deliliğin en iyi alanı, kimsesizlerin kimsesi olan sokakların arka yerleri, avm’lerin gözükmeyen temizlikçileri, gece hayatının münzevileri ve gecenin sessiz çığlığı olan evsizleridir. Hatta büyük ideada çığlık atarken sesinin hiç bir insan evladının sesini duymadığı yer olan kendi içindir. Çünkü ötekileştirilmiş yalnızlık sadece orada mümkün olur. Çünkü insan sadece saçma sapan hayatın bütün bu olağanca normal şeylerine ancak delirerek dayanabilir. Aksi mümkün değil!
Asıl manasında delilik her zaman özgürlükle açıklanabilir. Bu yazıda olguları tersten tutacağız, sonu baştan, başı sondan okuyarak kendi içimizdeki karşıtlıkları bir bütün yapacağız. Delilik aslında yalnızlıkla açıklanabilir. Yalnız insan eylemlerinde özgürdür, sınır tanımaz, ahlaksal ve toplumsal hiçbir normun ona dayattığı dünya tasavvurunun içerisinde yer almaz. Ve aslında Nietzsche’nin dediğine atıfla “insan aşılması gereken bir şeydir”. İnsanın kendi içsel yolcuğuna çıkması, varoluşsal sancılar çekmesi sonuç olarak yalnızlığı beraberinde getirecektir. Kendisine yalnızlığını hemhal etmiş tüm deliler günün sonunda Anthropocenesini[1] oluşturacaktır.
Ancak asıl söylemek istediklerim bunlar değil. Evet, bunlar da önemli ancak son yaşadığım depremden sonra yüreğimin içerisinde bir yerlerde yalnızlığı hissettim. Biliyorum insanın acıyan yerlerinden bahsetmesi kolay olmuyor. Bazen (mesela ki) ruhu acıdığında sebepsiz, düşecek gibi olduğunda takviye dozu veren acısını hafifleten notalar, müzikler vardır benimde Birsen Tezer’in “Aşk Bu Değil”. Hüznün rakıya meze olacak reklamı falan yok, düpedüz gerçek. 35 yaşa gelmenin böyle süper etkileri var. Farkındayım aslında Thoreau H. D’un (2022:10) ‘Yalnızlık’ kitabında dediği gibi,
Doğanın ortasında uzun süre tek başına yaşayıp da akli dengesini yitirmeyen kişinin üstesinden gelemeyeceği kadar ağır bir melankoli yoktur. Fırtınanın, gök gürültüsünün sesi bile onun masum, sağlıklı kulaklarına müzik gibi gelir. Hiçbir durum, sade yaşayan cesur bir adamı hoyrat bir efkâra boyun eğmeye mecbur bırakamaz
Efkârlanmıyorum aslında ama delirmeyen insan sıkılır, ruhu daralır. Yalnız deliler için böyle bir süreç yoktur. Onlar dünyevi ve manevi bütün gerçeklikleri bir kenara koymuş. Hayal dünyasının sonsuz yolcularıdır. Caddeden geçip gider insanlar ve hiç temas etmez deliler. Bazen de bir kadın denk gelir hayatlarına. Garipliklerinin tümüne göz yuman bir kadın denk gelmişti. Bilimsel bir konudan konuşurken bir anda Spinoza’nın patikalarına geçtiğinde seni canı yürekten dinleyen o kadın. Hani hava zaten melankoliktir, bulutlar kar yağışının habercisidir. Bir anda karanlık bir güç bütün bu garipliklerini olumlu karşılayan kadını uzun zaman sonra tekrar yanına oturtmuştur. Aklında sadece sevişmenin üslubu, konuşmanın fütursuzluğu vardır. Çünkü bir şeyi yaşamak istiyorsan dibine kadar yaşayacaksın. Gün ortası bir saat, hiç değişmemiş olan o mistik koku beş duyu organımıza nasıl hücum ediyor. Harikasın kadın! Eğer ki kelimeler ruhta iz bırakıyorsa, ıslık nefesi ve muhteşem kokusu tek bir beden olarak yaşıyor, gözler istemsizce kapanıyorsa işte yalnızlığın kamçı olduğu delilik bu! İşte varoluşun bulantısı bu! Biliyorum koskoca evrende insan sadece unutmak üzerine yaşıyor tüm olayları. Yüzleri, elbisenin rengini, o an yaşanan saçma salak bütün anları unutabiliyor. Ancak bütün bu unutulanların dışında kişi kokuyu unuttuysa her şeyi unutmuş olur. Hiç yaşanmamış olur. Biliyorum yıllar geçse de kokusu burnumun altından ince bir çizgi geçip yalnızlığımın köhnemiş dünyasında papatyalar açtıracaktır. Bir de kokusunu hiç almadıklarım ya da hiç almak istemediklerim var. O yüzden koku önemlidir.
Yaşam zor, hayat engebelerle dolu biliyoruz. Artık evlerimiz bize dar geliyor, fast food ilişkiler bize zül geliyor. Çünkü ağzımda kalan yarım tatlar, üstüme sinen kokular, sarılmalar, ağlamalar, güldürmeler ve upuzun geceler, uzun masalar. Alışamasaydık şu dünyaya dayanamazdık muhtemel bu acayip dünyaya. İşte alışınca bu dünyaya sanki meşrulaşan kötülükler oluyor gibi. Bütün bu tarihin kötü insanlarına, iktidarın güçlülerine, paranın sarhoşluğuna, evliliğin ya da ilişkinin monotonluğuna, sıkıcı şekilde yapılan kahvaltılara, görevmiş gibi yapılan buluşmalara şahit oluyorsun. Ne güzel demişti Sadık Hidayet Kör Baykuş kitabında:
Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıktan yiyen, kemiren yaralar. Kimseye anlatılmaz bu dertler. Çünkü henüz çaresi de, devası da yok bu dertlerin. Düşündüm, herkesin gökyüzünde bir yıldızı var, benim yıldızım uzak, karanlık, anlamsız olmalı. Belki de hiç yıldızım olmadı. İçimde müphem bir arzu: Bir deprem olsa da, bir yıldırım düşse de, sakin pırıl pırıl bir dünyaya yeniden doğsam? Azap çeken bir gibi bekliyor, kolluyor, arıyordum, lakin boşuna! Dünya, ıssız yaslı bir ev gibi görünüyordu gözüme ve ben bağrımda bir acı duyuyordum. Bana göre değildi bu dünya; bir avuç yüzsüz, dilenci, bilgiç, kabadayı, vicdansız, açgözlü içindi; onlar için kurulmuştu bu dünya. Gönlümde düğümlenen bir şeydi bu ıstırap, bu kederli hal; kasırgadan az önceki havayı andırıyordu. Hissettim ki benim düşüncelerim de dayanıksız bir avuç kor gibidir, kül olmuştur, bir üflemeye bakar. Birbirine ters düşen öyle çok şey gördüm, birbiriyle çelişen öyle çok şey duydum ki! Artık hiçbir şeye inanmıyorum. Bazı kimselerin ölümle savaşı daha yirmisinde başlar; birçokları da yağı bitmiş lambalar gibi, sessiz yavaş, ecelleriyle sönerler. Yalnız ölüm yalan söylemez! Ölümün varlığı bütün vehim ve hayalleri yok eder. Bizler ölümün çocuklarıyız, hayatın aldatmacalarından bizi o kurtarır. Kimse göründüğü kadar dayanıklı değildir. Sadece görünmeyen yangınlar, duyulmayan fırtınalar, gizlice çürüyen ruhlar vardır
Kızgın değilim, kırgın olabilirim. İnsanız. Sevmek istiyoruz. Sevmek için herkese her şeye rağmen seçtiğimiz karanlık yollar için özür dilemiyoruz. Evet coğrafyanın bir kader olmadığına inanacak kadar deliyim. Evet sevmiyorum dar kafalı, nezaketini yitirmiş, piknik tüpü gibi birbirine benzeyen aynı insanları, aynı evlilikleri ve aynı ilişkileri ve bir sürü insanı.. Kimsenin söylemesine gerek yok bu dünya ahlak adına sapıkların, yoksullar adına zenginlerin, kadınların adına erkeklerin vaaz verdiği rezalet ötesi bir yer.
Evet kitaplar, laptop ışığımla aydınlanan 1+1 evimde hayal dünyamın bir ucundan ötekine yolculuklar yapmamı sağlıyor. Evet, bir bardak viskiyle bambaşka hayal dünyalarında kaybolmanın ezoterik hissiyatını aklımla içerek tattım. Evet, sen kötüsün; hiç sevmedin hiç duygulanmadın. Hiç yalnız kalmanın bedelini ödemedin. Hiç gecenin köründe ışık bile olmayan sokaklarda tek başına yürümedin. Sen hiç sokağında bulunan bakkala, manava ya da avm’de çalışan bir kişiye nasılsın diye sormadın. Sen kötüsün; anlatacak bir sürü hikâyen var. Ama hiç birisi senin hikâyen değil. Çünkü sen sadece başkalarının hikâyelerini kendi hikâyen gibi anlatmayı sevdin. Eğer hayatımı mahvedebilecek kadar tehlikeli ve tuhaf bir işe kalkışmasaydım şuan bir hayatım olmazdı.
O ilk öpücüğüm hiç olmadı. Ama önemli olan öpmüş olmamdı. Bunca yıl sonra bile neden hala aynı şekilde başka birini öpmek istemediğimi anlamamı sağlayan öpücük ve dudaklarım şimdi ve hep ona ait olacak. Biliyorum bir gün şehirden uzakta onunla baş başa kalacağım, birkaç kadeh şarap ve belki denizin iyot kokusu, biraz sevişeceğiz ve gerisi hiç önemli olmayacak. Şimdilik buraya yazalım belki bir gün konuşuruz uzun uzun. Çünkü o benim bütün garipliklerime göz yummuştu.
Deliyim ve yalnızım. Çünkü çocuklar için mücadele ettiğim için, kadınlara kadın dediğim için, öteki olduğum için, bedenimle barışık olduğum için, komik gözükse bile dans ettiğim için, müziğin evrenin bir sesi olduğuna inandığım için, John Lenon’a inandığım için, sebepsiz kahkahalar savurduğum için, yolda kaldığım için, otostopa bir ömür verdiğim için, biramı paylaştığım için, cinsiyetçilik ve milliyetçilik yapmadığım için, egomu öldürdüğüm için deliyim ve yalnızım. Evet vazgeçtim…
Vazgeçtiğim için mutluyum. Çevremdeki herkesi aynı anda mutlu etmeye çalışmamaktan dolayı mutluyum. Çünkü artık başkalarının mutluluğunun sadece benim elimde olmadığını biliyorum. İnsanların hakkımda ne düşündüğünü kurcalamaktan vazgeçtiğim için mutluyum. Artık onların düşüncelerini kontrol edemeyeceğimi ve ne yaparsam ne yapayım hem eleştiren hem de takdir eden insanlar olacağını biliyorum. Kontrol edemediğim şeyleri bir an değiştirebilirim umuduyla yaşamaktan vazgeçtiğim için mutluyum. İstemediğim ortamlarda, istemediğim kişilerle, sırf öyle olması gerektiği için zaman geçirmekten vazgeçtiğim için mutluyum. Artık zamanımın en değerli varlık olduğunu ve onu; aklımı, ilgimi, zamanımı ve sevgimi hak eden insanlarla değerlendirmem gerektiğini biliyorum. Her zaman iyi, mutlu ve güçlü görünmemeyi seçtiğim için mutluyum. Yeteneklerimi görmezden gelerek sadece eksik taraflarıma odaklanmaktan vazgeçtiğim için mutluyum..
[1] Nobel ödüllü bilim adamı Paul Crutzen’in ortaya attığı bir kavramdır (Anthropocene). Etimolojik kökeni incelendiğinde -anthropo [insan] ve –cene [yeni çağ] kelimelerinin birleşiminden ortaya çıkarılmıştır. Özetle son bilmem kaç yüzyıla kadar insanların yolcu dünyanın hancı olarak konumlandığı bu dünya artık insanların etken konuma geçtiği ve dünyanın bütün gidişatını onarımı mümkün olmayan şekilde değiştirdiği bir kıyamet döneminin akademik açıklaması. Kıyametle kast edilen; jeolojik, iklimsel ve artan gelir adaletsizliğinin yaratacağı sosyal kaos vb.